Sadece bağırıp çağırmayı...
Sadece burun deliklerini açarak takallüs etmiş yüz hatlarıyla kürsülerde ateşli nutuklar atmayı...
Sadece afra tafra satmayı...
Sadece ağzından köpükler saçarak meydanlarda konuşmayı...
Sadece kendisinin bütün doğruları bildiğini...
Sadece karşısındakini hain bellemeyi...
Sadece karşısındakini düşman ilan etmeyi...
Sadece toplumu bölmeyi, kutuplaştırmayı...
Sadece kavga dövüşü...
Böyle başlayan ve uzayıp giden bir yazı yazmak için masaya oturdum.
Niyetim, bizim siyasetin zaman içinde hiç değişmeyen itişli kakışlı hallerini anlatmaktı.
Hep kavga, hep kavga, hep kavga...
Tüketici, yıpratıcı, sıkıcı, acıklı...
Diyalogtan, uzlaşmadan nasibini almamış, farklı olana doğru dürüst hoşgörü ve tahammül göstermekten uzak siyaset kültürümüze değinmek istiyordum uzun bir yazıda.
Canım sıkkındı.
Hep kavga, hep kavga, hep kavga... Tüketici, yıpratıcı, sıkıcı, acıklı...
Tayyip Erdoğan’ın Köln konuşmasını veriyordu televizyon...
Yeni bir şey yoktu.
Daha ağzını açarken, mimik ve jestlerinden neyi nasıl söyleyeceğini artık biliyordum.
Heyecan verici bir yanı yoktu.
Sadece uzun seyredersem, vücut kimyamın bozulma ihtimali vardı.
O zaman da yazı sertleşebilirdi ki, bunun da artık fazla bir anlamı yoktu.
Gerçi Erdoğan’a yönelik sert ve revnaklı yazıların tribünlerden hâlâ alkış aldığı bir gerçekti ama eskisi gibi etkili oldukları söylenemezdi.
Çünkü Erdoğan’ı bugün bilen biliyor.
Erdoğan malum...
Bunun için sinirlenip ona dönük eleştiriye ille de vurgu yapmak gerekmiyor.
Yani söyleyeceğini sükûnetle söylemek daha etkili olabilir.
Mehmet Altan gibi mi?..
Bak ne demiş Bugün gazetesine:
Tayyip Erdoğan’ın bireysel kimliği ile tüzel kimliği (Başbakanlığı) arasında ayrım yapabilecek bir donanımı yok.
O, kendisini Türkiye’nin padişahı zannediyor!
İktidar kendisi için en vazgeçilmeyecek unsur.
Yolsuzluk, hukuksuzluk da geri dönülemeyecek noktada olduğu için kendini bir kaplan üstünde hissediyor. Oradan da inemiyor.
Her negatif olayı, kendine karşı bir hakaret olarak niteleyip üstünü örtmeye çalışıyor.
Soma’da örtemediği / örtemeyeceği için mi öfkelendi?
“Bu işin fıtratında var” deyip ölümleri sıradanlaştırırsanız, Türkiye’deki en büyük kazaları 100 yıl önceki dünya kazalarıyla meşrulaştırmaya kalkarsanız, insanlar sizin vicdanınızdan kuşkuya düşer.
12 yıllık başbakanlığında ilk kez, güvenliği için markete sokuldu. Arabası tekmelendi.
“Ben nerede yanlış yapıyorum?” diye düşünebilecek bir hali bile yok.
Hep kavgayla geçti yıllarımız
“Ben nerede yanlış yaptım?..”
“Ben nerede yanlış yapıyorum?..”
Bunca yıldır siyaset izliyorsun, bunca yıldır önde gelen kaç siyasetçiyi tanıdın, onları yakın markajda tuttun, bu soruları gerçekten kendisine soran, sorabilen siyasetçi anımsıyor musun?
Hayır.
Özeleştiri ya da böyle bir eleştirel geleneğimiz olabilseydi, bizim siyaset kavga siyaseti olmazdı.
Ve bugün Türkiye demokrasi, hukuk düzeni ve kalkınmışlık açısından çok daha iyi ve ileri bir yerde olurdu.
Hayır, bunu başaramadık.
Hep kavgayla geçip gitti yıllarımız.
Türkiye’nin temel sorunlarına el atamadık
1950’leri hatırlayın.
Bayar-Menderes-İnönü...
Sonra 1960’lar...
Demirel-İnönü-Ecevit...
1970’ler...
Demirel-Ecevit...
Ve 1990’lar...
Özal-Demirel...
Çiller-Yılmaz...
Hep kavga hep dövüş vardı siyaset meydanında.
Ve de aralarda askeri yönetimler, askeri müdahaleler yaşadık.
Bütün bu yıların içinde ara sıra çok kısa süreli siyasi istikrar dönemleri yaşamış olsak da Türkiye’nin temel sorunlarına hiç el atamadık.
Siyaset kendini kısır döngü içine soktu
Özeleştiri ya da böyle bir eleştirel geleneğimiz olabilseydi, bizim siyaset kavga siyaseti olmazdı.
Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu, din ve laiklik, ekonomide yapısal sorunlar, demokrasi ve hukuk devleti gibi Türkiye’nin kalkınmasını tıkayan temel meselelere sivil siyaset dokunamadı.
Dokunmaya kalktığı zaman da karşısında ‘askerin kırmızı çizgileri’ni buldu.
Bu ‘çizgiler’e el sürebilecek siyasal cesaret ve kararlılık gösterilemediği için de bu memleketin siyaseti, bir yandan sorun çözen değil sorun biriktiren bir kurum halini aldı.
Diğer yandan kendini yaratıcı değil, tüketici bir kısır döngü içine soktu gitti.
Uzlaşma nedir bilmeyen siyasal kavgalarla hem kendilerini tüketerek, hem de Türkiye’nin çıkmazlarını derinleştirerek yol aldı.
2000’lere böyle geldik.
2002 genel seçimlerinde koca bir siyaset sınıfı seçim sandığında kaldı, kendi kendini tasfiye etti, sorunları derinleştirdikleri için...
Türkiye için istikrar dönemi
2003’den itibaren, sandıktan tek başına çıkan AKP ile Türkiye’de farklı bir dönem başladı.
Türkiye artık sorun biriktiren değil, çözen bir raya oturuyordu.
Kıbrıs’ta öyleydi.
AB ile ilişkilerde öyleydi.
AB ile uyumun gerektirdiği demokratikleşme alanında öyleydi.
Ekonomik istikrar konusunda öyleydi.
‘Asker sorunu’nda öyleydi.
Din ve laiklik sorununda, Alevi meselesinde öyleydi.
‘Kürt sorunu’nda öyleydi.
Keza, dış politika alanında öyleydi.
2003’le 2011 arasındaki bu ‘istikrar dönemi’nin özellikle ekonomik alanda Türkiye’ye çok şey kazandırdığına inanıyorum.
Kavga-dövüş siyaseti geri geldi
Hava sonra değişti.
Tayyip Erdoğan, 2011’de seçim sandığından çıkardığı yüzde 50 oyla eskinin ‘kavga-dövüş siyaseti’ni Türkiye’ye yeniden soktu.
Türkiye yeniden kutuplaşıyor.
Düşman cephelere bölünüyor.
Toplum ve siyaset uçlara itiliyor.
Cengiz Çandar'ın Radikal'de dün yayımlanan yazısındaki gibi:
"Düşünün, ne kadar paramparçayız. Ruhumuz paramparça, zihnimiz paramparça, yüreğimiz paramparça.
Böylesine bir parçalanmışlık üzerine bina edilecek bir politika ile Köln’den çıkıp Çankaya’ya tırmansanız ne olacak?
Böylesine parçalanmış, bu kadar parçaladığınız Türkiye’yi yönetebilecek misiniz?
Şöyle soralım: Türkiye’yi barış içinde, demokratik bir ülke olarak yönetebilecek misiniz?"
Evet, Tayyip Erdoğan, siyasetle birlikte Türkiye’yi de eskinin malum ‘kısır döngüsü’ne sokmuş durumda...
Ne yazık ki öyle.
Ceylan’ın büyük başarısı
Tam bu satırları yazarken, yazı uzayıp giderken Cumartesi günü akşam vakti cep telefonuma güzel haber düştü:
Nuri Bilge Ceylan, Kış Uykusu Filmi’yle Cannes’da büyük ödülü kazandı.
Çok sevindim.
Hemen bir tweet attım, Ceylan’ın bu büyük başarısını kutlayan...
Ve 32 yıl öncesini anımsadım.
Cumhuriyet’teydim.
1982 yılı Mayıs ayı.
Yılmaz Güney’le Şerif Gören’in Yol filmi Cannes’da Altın Palmiye’yi kazanmıştı.
12 Eylül askeri yönetimini yaşıyorduk.
Habere çok sevinmiştik ama manşete çekememiştik. Haberi gazetenin eteklerine doğru kaydırırken canımız sıkılmıştı.
Nuri Bilge Ceylan’ı ve Kış Uykusu filminde emeği geçen herkesi bir kez daha gönülden kutlarken, bu vesileyle bir noktayı bir kez daha vurguluyorum:
Türkiye’yi demokrasi ve özgürlük yolundan kimse geri çeviremez!