Geçmişi unutmak, unutturmak isteyenler, hem kendilerine hem yaşadıkları topluma kötülük yapar.
Çünkü geçmişi unutmak, onu tekrarlamaya mahkum olmak anlamına gelebilir.
Hatırlamak zorundayız!
Yaşananları aydınlığa çıkarmaya çalışmak aynı zamanda tarihe karşı bir borçtur.
Yaşananları olduğu gibi yazıp onlardan ders çıkarmanın ortamını hazırlamak gerekir.
Bir Yahudi geleneğine göre, hatırlamak bir yerde nedamet getirmektir.
Hayatta severiz yanılmazlık oyununu, nedense hep haklıyızdır.
Oysa ahmaklıktır bu.
Hatta yalanda yaşamaktır!
Gabriel García Márquez şöyle der:
Kendi kendisiyle çelişkiye düşmeyen kişi bağnazdır, dogmatiktir. Her bağnaz da gericidir.
İç hesaplaşma şart, kendi huzurunu yakalamak için şart.
Nasıl ki toplumların olgunlaşmak için kendi tarihleriyle barışık hale gelmeleri şartsa...
Toplum olarak olgunlaşamıyoruz!
Geçmişle yüzleşmiyoruz çünkü, korkuyoruz.
Örneğin Kürt sorununda, Ermeni meselesinde, 1915’te gerçekleri anlatmaktan korkuyoruz.
Ya da gerçeğin değişik yüzlerini tartışmayı yasaklıyoruz. Yasaklar yüzünden de yanlışlar tekrar edip gidiyor.
Demiş ki Doris Lessing:
Zaman sendeki yanlışların çoğunu düzeltecek.
İyi demiş ama o kadar zamanı kalıyor mu ki insanın?
Bir kadeh viski...
Yumuşuyorum.
Bir iyimserlik dalgasının üstüne yükseliyorum.
İnsanlığın aptallıklarını değil, güzelliklerini düşünmeye çalışıyorum.
Ne söyleyebileceksem, ne yazabileceksem elimi çabuk tutmalı- yım.
Çünkü Türkiye’nin halleri çok kötü.
Ve hızla kötüye gidiyor.
Bacon’ın o sözü aklıma geliyor:
Yeni çareler bulmayanlar, yeni kötülükler beklesin.
Evet, çare...
Erdoğan’a çare, alternatif...
Elbette biliyorum, kolay olmadığını...
İslamcı, milliyetçi, muhafazakâr güçlü bir kitle tabanına sahip Erdoğan...
Ama eğer Erdoğan’a demokratik yoldan bir çare bulunamazsa, memleketin başına olmadık kötülükler gelebilir.
Hiç kuşkusuz biliyorum:
Kendiliğinden değişmez bu dünya.
Eric Hobsbawm’ın, büyük Marksist tarihçinin kendi hayat hikayesini (Tuhaf Zamanlar) okurken çizmiştim bunun altını.
1917’de Viyana’da başlayan, Berlin, Londra ve Cambridge’de, koca fikirler dünyasında dolu dolu geçen hayat.
Kitabın bir yerinde şöyle diyor:
Başkaları için kitaplarda tarih olan, benim gibi uzun yaşayabilmenin avantajıyla seksen yaşının üzerini görebilmiş küçük bir azınlık içinse, yaşamın ve anıların bir parçası olabiliyor.
Ve devam ediyor:
1932’de komünist oldum, tam elli yıl parti üyesi olarak kaldım. Komünizm şimdi ölü...
1930’lar İngilteresi, Cambridge Üniversitesi. Hobsbawm’ın hızlı komünistlik günleri. Genç yoldaşların hep bir ağızdan söyledikleri bir şarkıyı aktarıyor kitabında:
Diyelim ki, bundan böyle tüm tutkumuz işçi sınıfı içindir, devrime kadar yok edelim aşkı, devrime kadar aşk Bolşevikliğe sığmayan bir şeydir.
Marksist tarihçi, kendi hayat hikâyesini anlattığı kitabını, dünya kendiliğinden değişmez diye noktalamış...
Türkiye de öyle.
Kendiliğinden değişmeyecek!
Ben de dünyayı hayat boyu kendimce şöyle ya da böyle değiştirmek için uğraştım.
Ama olmadı (*)
*Hasan Cemal, Hayat İşte Böyle Geçip Gidiyor,
Everest, sayfa 281-283.