Türk dış politikası, koca ülkeyi bir yandan Mısır dolayısıyla Müslüman Kardeşler’le neredeyse özdeş kılarken, diğer yandan Suriye konusunda el-Kaide, an-Nusra’yla baş başa kalırmışçasına bir noktaya sürüklüyor. Türkiye’yi böylesine acıklı bir duruma düşürmeye kimsenin hakkı yoktur.
Hiç kuşkusuz kanlı bir diktatör olan Esad’dan bir an önce kurtulmak insanlığa karşı bir görevdir. Ama nasıl? Anlaşılan o ki, yol, iç savaşı daha beter parlatmaktan ve bölgeyi cehenneme dönüştürecek maceralara kapı aralamaktan değil, daha çok diplomatik ve siyasal gayretten geçiyor.
Farkındasın herhalde.
Dış politikada Türkiye sürekli taca çıkıyor. Perişanları oynuyor da diyebilirsiniz. Bunu fazla sert bulanlar için daha diplomatik bir deyim:
Oyun dışı kalmak!
Türkiye’nin bu durumu son olarak Rusya’yla Amerika’nın geçen hafta sonu Suriye konusunda anlaşmalarıyla birlikte daha da belirginleşti.
Esad rejimine karşı her türlü askeri müdahalenin bayraktarlığını yapan Ankara iyiden iyiye tek başına kaldı.
Başbakan Erdoğan, Başkan Obama’nın dar kapsamlı hava saldırısından ibaret olan askeri müdahalesine önce karşı çıktı, çok yetersiz buldu. Sonra, en azından Kosova benzeri yoğun bombardımandan oluşan hava saldırısını savundu.
İkisi de kabul görmedi.
Başbakan Erdoğan bu kez Amerika’nın öncülüğündeki her türlü ‘koalisyon’a hazır olduklarını açıkladı. Galiba buna da pek kulak asan olmadı.
Moskova ve Washington, Suriye’ye bir askeri müdahaleyi bugün için devre dışı bırakan ‘Cenevre anlaşması’nı hafta sonu açıkladılar.
Barış ve istikrar diyorsak…
Kısacası:
Ankara için üst üste gelen hayal kırıklıkları...
Ya da objektif bir durum tespiti.
Evet öyle.
Bundan dolayı mutlu muyum?
Elbette değilim.
Türkiye’nin kendi iç barışı açısından da, son derece kritik olan tımarhane gibi bir coğrafyada ‘oyun kuruculuk’tan uzaklaşması, bölgesel oyuncu olarak gitgide etkisizleşmesi, yalnızlaşması pek öyle sevindirici bir gelişme değildir, olamaz da.
Çünkü bu durum, yalnız bölgesel barış ve istikrar konusunda değil, demin belirttiğim gibi, Türkiye’nin iç barış ve istikrarı için de yaşamsaldır.
Evet, bu satırlar, Başbakan Erdoğan’la iktidarına dönük olumsuz saptamalar.
Ama bu eleştiriden yola çıkarak iktidar çevrelerinden çokça yapılan, “Ne yani, kanlı bir diktatörü mü savunuyorsun?” suçlaması, herhangi bir derinliği olmayan ve gün geçtikçe komikleşen bir demagojidir.
El-Kaide, an-Nusra…
Cengiz Çandar geçen hafta Türkiye’nin Suriye politikasıyla ilgili olarak Radikal’deki yazısına Yine Hüsran başlığını koymuş, şunları yazmıştı:
“F-4 uçağımız düşürüldü, Reyhanlı’da 34 vatandaşımızın ölümünden Suriye rejimini sorumlu tuttuk ama hiçbir şey yapamadık. Başta Başbakan’ın görünürde ateşli, aslında kupkuru nutuklarıyla idare ettik.
Kendi yapamadığımızı ABD yapsın ama Kosova’da yaptığı gibi yapsın istedik. ABD, hayır dedi.
Ne yapacaksa, ona da razı olduk ve ‘Nasıl bir koalisyon kurarsan, biz içinde olmaya hazırız’ dedik. Şimdi, öyle bir koalisyon ihtimali de ortada gözükmemeye başladı.
Bir yandan da, sınır boyumuzda el-Kaide’nin uzantısı an-Nusra, Türkiye topraklarından vızır vızır geçerek, Suriye Kürtlerine saldırıyor. Kudretli Türkiye devleti an-Nusra’ya karşı olduğunu sürekli ima ediyor ama ne hikmetse, ne Suriye sınırımızı ne de an-Nusra’yı kontrol edebiliyor.
Türkiye’nin Suriye politikasında bir yanlışlık veya değişmesi gereken bir yer yok mu?”
Haklı bir soru.
Türkiye’yi böylesine acıklı düşürmeye kimsenin hakkı yok!
Türk dış politikası özellikle Mısır’daki askeri darbeden beri yanlış bir rayda ilerlemeye inatla devam ediyor.
Türkiye’nin bölgede ve uluslararası arenada her geçen gün yalnızlaşmasına yol açan bu dış politika uygulaması, koca ülkeyi bir yandan Mısır dolayısıyla Müslüman Kardeşler’le neredeyse özdeş kılarken, diğer yandan Suriye konusunda el-Kaide, an-Nusra’yla baş başa kalırmışçasına bir noktaya sürüklüyor.
Olacak şey değil!
Türkiye’yi böylesine acıklı bir duruma düşürmeye, böylesine bir ‘imaj kirlenmesi’ne uğratmaya kimsenin hakkı yoktur.
Yazık değil mi, hazin değil mi?
Kafa kesmek, kalp çıkarmak!
Ahmet Hakan Hürriyet’teki köşesinde geçen gün Dışişleri Bakanı Davutoğlu’na haklı olarak soruyordu:
“Suriye’de Esad’a karşı çarpışan örgütlerden bazıları resmen barbarlık yapıyorlar.
Damdan adam atıyorlar.
Alevi çocuklarını kurşuna diziyorlar.
Kafa kesiyorlar.
Kalp çıkarıyorlar.
Ve bu yaptıklarını marifetmiş gibi internette yayınlıyorlar. Yani öyle utanmaca falan yok.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu muhaliflerin kafa kesme fotoğraflarıyla ilgili şu açıklamayı yaptı:
‘Kınıyoruz, kabul edilemez buluyoruz, tekrar etmemesi için çağrıda bulunuyoruz’.
Ardından da ekledi:
‘Bu resimlerden hareketle Suriye’deki haklı mücadeleye gölge düşürmek de bir propaganda taktiğidir’.”
Davutoğlu’na haklı sorular
“Eğer Ahmet Davutoğlu, haklı mücadeleye gölge düşürmek isteyenlerin propagandalarını boşa çıkarmak istiyorsa... Aşağıdaki şu yedi soruya tatmin edici yanıtlar vermelidir:
- BİR: Suriye’de çarpışan bu aşırı gruplar, bu ülkeye hangi yolla girmiştir?
- İKİ: Türkiye, bu aşırı gruplara karşı bu zamana kadar hangi önlemleri almıştır?
- ÜÇ: Suriye halkının Esad’a karşı verdiği haklı mücadelede bu aşırı grupların rolü ne kadardır?
- DÖRT: Bu aşırı grupların bu zamana kadar Suriye’de sivil hedeflere yönelik gerçekleştirdikleri katliamlarla ilgili olarak Türkiye’nin elinde bir sayı var mıdır? Kaç kişiyi katletmiştir bu aşırılar?
- BEŞ: Aşırı gruplar, Suriye’deki mücadelenin patronajlığını yürütmekte midirler? Yürütmüyorlarsa patronaj kimdedir?
- ALTI: Esad giderse, bu aşırı gruplar ne olacaktır?
- YEDİ: Esad sonrası Suriye’de bu aşırı gruplar egemen olursa, Türkiye’nin buna karşı tutumu ne olacaktır?”
Ahmet Hakan’ın bu isabetli soruları, Türkiye’yle ilgili olarak demin işaret ettiğim ‘imaj kirlenmesi’nin de, ne acıdır ki, çerçevesini çiziyor.
Esad hiç kuşkusuz kanlı bir diktatör.
Elbette insanlığa karşı suç işlemiş bir rejimin başı.
Esad’dan kurtulmak, ama nasıl?
Ve Esad’dan bir an önce kurtulmak da, insanlığa karşı bir görevdir.
Ama nasıl?..
Bu soru iki yıl öncesinde olduğu gibi bugün de varlığını koruyor.
Ama anlaşılan o ki, Esad’dan kurtulmanın yolu, iç savaşı daha beter parlatmaktan ve bölgeyi cehenneme dönüştürecek maceralara kapı aralamaktan değil, daha çok diplomatik ve siyasal gayretten geçiyor.
Dileğimiz, Türkiye’nin dış politikasında diplomasinin inceliklerine uygun denge ayarlamalarını bir an önce yapmaya koyulmasıdır.
Twitter: @HSNCML