Sultan Komut ile ilk öykü kitabı Öte’yi konuştuk.
Öte, Everest Yayınları tarafından yayımlandı.
Komut, Hacettepe Üniversitesi İngiliz Dili Eğitimi Bölümü’nde lisans, Kadir Has Üniversitesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatı Bölümü’nde yüksek lisans ve doktora eğitimini tamamlamış.
Sara Ahmed’in The Cultural Politics of Emotion adlı eserini Duyguların Kültürel Politikası adıyla
Türkçeye çevirmiş (Sel Yayıncılık, 2015).
Haliç Üniversitesi Mütercim Tercümanlık Bölümü’nde çalışıyor.
Kitaptaki öykülerin adları (küçük harfle yazmışlar, ben de korudum) şöyle: haritabere, pelte, “duy-ma” operasyonu, koku, apartman, kırmızı, “bir kız doğdu”, alarm, dışarıda güneş, pire, aynı sokağın “sakin”leri, mina benim adım, kadınadam.
“Kadınların neden evlerinde kocalarıyla dul yaşadıklarına gelirsek farklı sebepler sunmamız mümkün. Ben ilk sıraya ekonomik özgürlüklerinin olmamasını koyarım,” diyor Komut.
Sultan Komut ile akademik metinlerle haşır neşir olmayı, durağanlığı, sıradanlığı, geleneksel yazını reddetmeyi, kitabın basılmasıyla yazar olunup olunamayacağını ve sebat etmeyi konuştuk.
Hem çeviri hem yazarlık tecrübeniz var. İkisini yan yana koyunca farkları, benzer yanları nedir?
İkisinde de sevdiğim şeyi yapıyorum: Kelimelere dokunuyorum. Benzer yanlarını böyle tek cümleyle ifade etmiş olayım. Çevirmenin çeviri üzerindeki etki ve yetkisini göz ardı etmek istemem; ancak yazarlık çok daha özel hissettiren, bununla birlikte çeviri edimiyle kıyaslandığında hem daha zor, hem daha kolay bir konum. Yazılan her metnin kendine göre zorluğu var bir de. Akademik metinlerle haşır neşir olanlar bilir, o dili kullanmak -anadilinizde ya da başka bir dilde- daima sıkıcı bir eylemdir. Benim için en azından öyle. Kurgu yazmanın zorluklarına girmeyeceğim bile. Özel hissettiren ve eğlenceli bulduğum tarafı ise özgürlük hissi. Kurguladığım o evrenin nihai sahibi olmak, karakterlerin ve cereyan eden olayın izin verdiği ölçüde de olsa, büyüleyici. İzin verdiği ölçüde diyorum çünkü bazen karakterlerin yazarı tesir altına aldığını ve öykünün, yazarın değil de karakterin istediği şekilde geliştiğini düşünüyorum.
Büyük harfler, koyu yazılar, dipnotlar ve noktalama işaretleri ile oynuyorsunuz. Bu süreçte neler hissediyorsunuz/düşünüyorsunuz?
Durağanlığı, sıradanlığı sevmiyor ve çabuk sıkılıyorum. Yaşamımda da düzenli, kuralcı ve statik biri değilimdir. Bir yolu sürekli aynı güzergâhı kullanarak yürüsem bile yol boyunca sürekli yön değiştiririm. Bir tarafta yürümeyi beceremem. Bir makale yazarken o dosyayı simge konumuna indirip bir öykü üzerinde çalışmaya başlayabilir, o sırada aklıma takılan bir konuda bir video izlemeye geçebilir öyküyü bitirmeden yeniden makaleye dönüp günün sonunda hiçbir şey üretmemiş ya da aksine yaptığım her işi bitirmiş olabilirim. Öykülerdeki seçimlerim de bence kişiliğimle bağlantılı. Küçük harflerle konuşabilir hemen ardından yüksek sesle bağırabilir ya da içimden ağlayabilirim. Kimseye göstermeden depresyona girip kendimi tedavi edebilir yoluma kaldığım yerden devam edebilirim. Biçimsel denemelerim öyküler içerisinde çeşitli amaçlarla kullanıldılar elbette, her birinin benim nezdimde bir önemi ve gerekliliği olduğu açık; ama süreci sorduğunuz için, kolaya kaçarak, bu şekilde özetlemiş olayım.
“Geleneği bozup yeni kurallar koyamazsın. Öykünün bir anlatıcısı olmalı mesela! Bir ana fikri olmalı, serim, düğüm ve çözümü olmalı.” Kitabınızdan alıntı yaparak sormak istiyorum. Serim-düğüm-çözüm mutlaka olmalı mı anlatıda?
Alıntıyı yaptığınız öykü geleneksel yazını zorunlu kılan “Öykü böyle yazılmaz” diyenlere öykünün ‘böyle de’ yazılabileceğini göstermeye niyet eden bir öykü. Edebiyatçılar bunu ‘geleneksel yazını reddetmek’ diye niteleyebilirler. Ben geleneğe yaslanmayan bir bugün oluşturulamayacağını düşünüyorum, bununla birlikte geleneğe yaslanmak geleneği taklit ve tekrar etme yoluyla yeniden üretmek olmamalı. Yazarlık deneyimim açısından şunu söyleyebilirim: Geçmiş ve geleceği sentezleyerek bugüne ait bir şeyler üretmek istiyorum. Nitekim Öte’de geleneksel yapıda öyküler de mevcut. Yine de öteki öyküleri bilhassa seviyor ve koruyorum.
“Annesini düşündü, kocasıyla aynı evde yaşadığı halde dul olan annesini” yazmışsınız. Ben böyle çok anneler tanıyorum. Neden kocasıyla aynı evde dul yaşıyor kadınlar?
Dul kelimesinin anlamını genişleterek yorumlamayı seviyorum. Öte ismini koymadan önce dosyamın adı dul metinler idi. Editörüm, o ismi muhtemelen ikinci kelimeden ötürü çok sevmedi. Yeni bir isim bulmamı önerdi ve Öte bu yeni ihtiyaçtan ve dosyanın son hâlinin bende uyandırdığı duygu yoğunluğundan doğdu. Çok da iyi oldu.
Dul metinler isminde olduğu gibi, nasıl isterseniz o şekilde okuyabileceğiniz bir kelime dul. Kadınların neden evlerinde kocalarıyla dul yaşadıklarına gelirsek farklı sebepler sunmamız mümkün. Ben ilk sıraya ekonomik özgürlüklerinin olmamasını koyarım. Ekonomik gücü ve dolayısıyla özgürlüğü olmayan kadınlar başka seçimleri olmadıklarını düşündükleri için dul yaşamaya devam ediyorlar. Daha sonra gelenekler, aile yapısı, din, toplum baskısı gibi çeşitli sosyolojik etkenler sıralanabilir.
Yine kitaptan bir alıntı: “Tamam, kadınları memnun etmek daha zor, özellikle de çok okumuş olanları.” Öyle mi gerçekten?
O alıntıyı açıklamak için öykünün içinde gezinmek gerekiyor. Öykünün bağlamından çıktığımızda “her zaman öyledir” diyemem. Yine de öyle olduğu çeşitli örnekler verebilirim. Mesela annem ilkokula bile gitmemiş ve kendisini erkek egemen toplumun kendisinden beklediği tüm rolleri en iyi şekilde yerine getirmeye programlamış ve o hâliyle mutlu olmuş bir kadın. Kendimi onunla kıyasladığımda beni memnun etmenin annemi memnun etmekten çok daha zor olduğunu biliyorum. Benim dünyam onunkinden çok farklı çünkü. Bunun ‘okumuş’ olmakla bağlantısını inkâr edemeyiz. Hem eğitim anlamında hem de kelimenin ilk anlamıyla. Kadın-erkek ve memnuniyet bağlamına girersem çıkamayabiliriz.
“Çocuk doğurmak milli mesele, kaç çocuk yapacağını sen mi belirleyeceksin hadsiz! Rahmim başta olmak üzere tüm organlarım, beynimle birlikte devlete mahsustur. ARZ EDERİM.” Bu satırlar da kitaptan. Türkiye yazarlar için bol malzemeli, bulunmaz bir yer olabilir mi? (İfade özgürlüğü vb. konularda da ayrıcalıklı bir yere sahip tabii!)
Deneyimlemeye mecbur bırakıldığımız kötülüklerle dolu etrafımız. Kadın meselesi, ifade özgürlüğü gibi konular da, bahsettiğiniz gibi, bu dünyanın meseleleri. Ben de bu topraklardan, bu halktan, bu gelenek, görenek ve toplum yapısından besleniyorum. Bu doğru. Beslenme ifadesi olumlu bir anlama sahip ve belki de bu bağlamda yanlış bir kelime. Her sabah birbirinden tuhaf ve yıkıcı haberlerle sarsılırken “yok artık bu da olamaz” dediğimiz her şey gerçekleşirken ve biz zaman içinde, olmaz bildiklerimizin olmasına alıştırılmışken, ellerimiz bağlı bir şeyin düzelmesini beklerken tüm bunlar yaşanmıyormuş gibi, biz değişmemişiz gibi, toplumsal bir gerileme yokmuş gibi, her şey güllük gülistanlıkmış gibi yazamadım. Aşk öyküsü yazmak isterdim ben de elbette, mümkün olamadı. Beslenme dediğim bu. Lakin ülkenin bu şekilde sizin ifadenizle ‘bol malzemeli, bulunmaz bir yer’ olmasındansa normal bir yer olmasını istemeyecek tek bir mantıklı insan yoktur zaten.
Diyaloglarla ilerliyor çalışmanız. Akıcı diyalog yazmak zordur derler. Diyalog sizin için ne ifade ediyor?
On beş yıllık eğitimciyim. Yani on beş yıldır insanlarla, özellikle gençlerle diyalog kurarak işimi yapmaya çalışıyorum. Diyalog kurmak ve diyalog yazmak elbette farklı şeyler; ama bu deneyimin etkisiyle olacak diyalog yazarken zorlanmadığımı dile getirmiş olayım. Akıcı ya da inandırıcı olup olmadıklarına ise okur karar versin isterim.
Akademisyen olarak yazdıklarınız ve öyküleriniz arasında paralellik görüyor musunuz?
Susan Sontag “Akademik yaşamın, jenerasyonumun en iyi yazarlarını yok ettiğini gördüm” der. Akademik yazılarımın diğer yazılarımı değiştirdiğini hatta sıkıcılaştırdığını, sıradanlaştırdığını, ciddileştirdiğini düşünüyorum. Akademik yazılarda daha disiplinli daha dizginleyici olmam gerekiyor ve bu durum kurgu dışı tüm yazılarımda etkisini gösteriyor. Kurgu metinlerde belki de o ciddiyetin acısını çıkarıyorumdur. Kuralları kendim koyup kendim bozuyorum.
Edebiyat alanında bir akademisyen olarak ise Sontag’ın aksine akademinin beni güçlendirdiğini düşünüyorum. Özellikle sürekli gençlerle olmak, metinleri onların gözünden görmeye çalışmak, onların okuma ve yazma süreçlerinde yer almak beni besliyor.
Kitabın basım sürecinden neler öğrendiniz?
Çok zor bir süreç olduğunu öğrendim öncelikle. Her alanda olduğu gibi bu alanda da ilişkiler, imtiyazlar, pozisyonlar olması gerektiğinden çok fazla önemli. Benim kitabım basılmalı diye düşünmeyen bir yazar neredeyse yoktur. Burada yazar kelimesini kitabın yazarı olarak kullanıyorum yoksa benim için yazar gerçekten önemli bir kelime, kitabının basılmasıyla direkt yazar olunmaz. Hak edilmeli bence. Öte ile ilgili yazı ve söyleşilerde yazar kelimesi her geçtiğinde bir irkiliyorum o nedenle. Konumuza dönersek herkes yazdığının basılması gerektiğini düşünüyor ve bir şekilde eserini birileriyle buluşturuyor: editör, patron, başka bir yazar, piyasada sözü geçen biri. İşte bunu yaparken kimi seçtiğiniz ve o seçtiğiniz kişilerle ilişkileriniz, sizin imtiyazlı bir pozisyona sahip olup olmamanız, bulunduğunuz pozisyonu değiştirmeye gönüllü olup olmamanızla bağlantılı olarak süreç değişebiliyor.
Öte bir dosya hâline geldiğinde ilk gönderdiğim yayınevi bana cevap verme nezaketini göstermişti ve yazdıkları cevapta ‘biçem ve üslup konusundaki yaratıcı yaklaşımınız’ diye başlayan cümle ilk kitapta uygun görülmediği dile getirilerek son bulmuştu. Uzun bir zaman sonra Everest Yayınlarından Mehmet Said Aydın’la buluştu dosya. Said, sanırım, ‘biçem ve üslup konusundaki yaratıcı’ yaklaşımımın ilk kitap olmasıyla bir bağlantısı olmadığını düşünmüş olacak ki dosyayı değerlendirdi. Tabii Everest büyük bir yayınevi ve benim de sıramı beklemem gerekti. Uzun bir süreç oldu; ama bu süreçte sabretmeyi öğrendim diyebilirim. Sonuç olarak matbaadan dağıtıma kadar işin mutfağında yer alan birçok insanın da emeğiyle Öte raflardaki yerini aldı. Mutlu son oldu benim adıma.
Kitap yayımlama sürecini yaşamak isteyen okuyucularımız var ise, işlerini kolaylaştıracak öneriniz olur mu?
İşlerini kolaylaştırmayacak belki ama naçizane önerim sebat etmeyi öğrenmeleri olacaktır. Hiç rahatlatıcı olmadı sanırım.
Küfürsüz dil mümkün mü?
Mümkündür ya da değildir diyemiyorum ancak küfür de övgü sözleri kadar doğal bir parçası dilin. Yoktur, olmamalıdır demek var olanı reddetmek olur. Öte yandan, edebi eserde küfür olmalı mı ya da ölçüsü ne olmalı gibi sorular sorulabilir, bunlar tartışılabilir. Öte’de küfür ve argo var ve bana göre dozunda. Yine de birilerine göre o doz uygun olmayabilir. O da onların takdiri olur. Saygı duyarım.
Yazmak sizin için ne ifade ediyor?
Aşk ile nefret arasında gidip gelen bir ilişki benimki. İşimle de bağlantılı olabilir. Belki yazıyla ilişkisi bulunmayan bir iş yapıyor olsaydım farklı düşünürdüm. Her iki durumda da yazmak bir zorunluluk benim için. Kaçmak istediğim ya da/ve sığındığım bir dünya. Bağlaç seçimim üzerinde çalıştığım metne, o metinle aramdaki ilişkiye göre değişebiliyor.
-
Öte
Editör: Mehmet Said Aydın
Kapak tasarımı: Emir Tali
Sayfa tasarımı: M. Aslıhan Özçelik