24 Mart 2017

Hafızasını Kaybeden Müzeden Bir Traktöre Mektuplar

Oyunun metin yazarı Ferdi Çetin ile söyleşi...

Geceleri sokaklarda dolaşan bir müze ve sahibini kaybeden bir traktörün hikâyesini izledim. Metnin yazarı Ferdi Çetin ile konuştuk. Oyun çözümlemesi yapmayalı çok oldu. İstedim ki kendileri anlatsın. Nerede konuşup nerede susacağını bilmek akrobatik bir hadise, değil mi? Şimdi, önce Çetin’in cümleleri ile sizi baş başa bırakıyorum, sonra da sorularımla…

“Girişi küçük bir bahçeye açılan bir evde kalıyoruz burada. Üst kattaki komşularımız çok yardımcı oluyorlar. Annemi yalnız bırakamıyoruz evde, bazen onlara emanet ediyoruz. Ben iyiyim, Paris’e ilk gittiğim gibi değil, kendimi idare edebiliyorum. Türkiye’den gelen bir öğretmen arkadaşımız çok yardımcı oluyor. Haberlerini bekliyorum.”

Hafızasını Kaybeden Müzeden Bir Traktöre Mektuplar metni nasıl bir süreçten geçerek ortaya çıktı?

Bir fikir olarak ortaya çıktığı andan itibaren Yusuf Demirkol (yönetmen) ile birlikte çalıştık. İlk fikir olarak mülkiyet vardı aklımızda. Ben ailemle birlikte taşındım geçtiğimiz yıl ve taşınırken annemin eşyalarından ayrılamayışı, vazgeçemeyişi beni etkilemişti. Yusuf’a böyle bir şey var dediğimde “Kimliğimizi oluşturan şeyler tam da bunlar değil mi diye konuştuğumuzu hatırlıyorum. Sonra ufak ufak ayrık öyküler ortaya çıkmaya başladı. Kişisel bir noktadan düşünürken bir yandan da bir üniversite hocasının hikâyesi dahil oldu ve bir aile üzerinden mektuplar geliştirmeye başladık.

ba-’da kimler var?

ba-, Yusuf ve benim 2012 yılında kurduğumuz bir ekip*. Bu, sahnelediğimiz dördüncü oyunumuz. Yeni bir çalışma yapmaya başladığımızda oyuncu ve tasarımcı olarak çalışmak istediğimiz insanlara ulaşmaya çalışıyoruz. Bu oyunda oyuncumuz Nilay Erdönmez oldu.

Nilay Erdönmez ile nasıl yollarınız kesişti?

Oyunun metnini oluştururken bir çağrı yapmıştık. Nilay ile o dönem yollarımız kesişti.

Erdönmez’in oyundaki hâli ve oyun tanıtımı için hazırladığınız kartpostaldaki duruşu bambaşka, neden?

Oyunun tüm görsel materyallerini Yusuf yapıyor. Oyunun konsept ve tasarım aşamasında rengi, dünyası ve dokusu ortaya çıkmıştı; afiş ve kartpostalda kulladığımız ise Nilay’ın dışarıdaki hâli yani rahatlıkla diyebiliriz ki zamansız bir figür Nilay’ın hayata geçirdiği. Sokaklarda dolaşmaya devam ediyor. Oyunun tanıtım videosunu** da bir müzede çektik. O müzede de dolaşmaya devam ediyordu. Zamanlar, mekânlar arasında süzülen zamansız bir figür. Öyle de olabiliyor böyle de.

Turan Özdemir (üst ses-mektuplar) ile nasıl yollarınız kesişti peki?

Konseptle birlikte mektupların üst ses olarak oyuna dahil olacağı belirlenmişti. O aşamada Nilay’ın zaman zaman bir üyesi olduğu, zaman zaman dışarıdan baktığı, zaman zaman ise sadece aktarıcısı olduğu ailenin hikâyelerinden kalan mektupları okuyacak bir ses üzerine düşünürken Nilay’ın önerisiyle Turan Özdemir’in sesini dinledik ve sesinin rengi oyunun dünyasıyla örtüşüyordu, sonrasında tanıştık, Turan Özdemir de fikri çok beğendi, kayda girdik.

Hafızanın inşasına dair ne söylemek istersiniz?

Oyunun ortaya çıktığı andan itibaren kişisel bir hikâye ile bulunmuş hikâyeler, imgeler iç içe geçmeye başladı. Aslında farkında olmadan bir hafıza inşa ediyorduk ya da hayal ediyorduk diyelim. Sonra eşyalar, fotoğraflar ve hikâyeler biriktikçe inşa süreci tersine işlemeye başladı sanki. Şimdi bunları nasıl bozacağız? Çünkü aslında hafıza dediğimiz de her ne kadar inşa edilen bir şey olsa da çatlaklarla, yarıklar dolu bir alan, biz biraz o çatlaklardan sızdık hayal ederken ki biraz da ileriye gittik sanırım, hafızasını kaybedenler oldu.

Ters dönünce kar yağdıran fanuslar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Aslında bu imge süreç içinde hiç düşünmediğimiz bir imgeydi ama çok hoşuma gidiyor duydukça. Bir küre düşünün her şey yerli yerinde kar yağmış bitmiş ve etraf bembeyaz, sonra bir ters yüz edilince kar yeniden başlıyor. Daha ne istenebilir ki bir oyundan da…

Oyunda kullanılan dia makinası, teyp gibi araçların tam o an çalışmama riskini nasıl göğüslediniz?

Aslında bu bir tansiyon. Oyunu izleten tansiyonlardan biri. Her an dia makinası ya da kaset çalar bozulabilir hissi; çünkü çok eskiler ve gündelik kullanımlarını tamamlamışlar artık hikâye anlatma evresindeler. Aslında hiç çalışmasalar da anlatacak hikâyeleri var; ama çalışınca da başka bir şey. Bozulma riskleri hep var; ama bu da oyunun bir parçası ve nasıl üstesinden gelinebileceği de öyle.

Metinlerinizin oyun olması, bir nevi canlanıp hayat bulması nasıl bir his?

Bu benim oyun olarak sahnelenmiş üçüncü metnim. İlk olarak Doğum Günü adlı bir metnimi sahneledik. Sonra Ev, Mercedes ve Anneler’i sahneledik. Yazdıklarıma sahneleneceğini bilen metinler diyorum; çünkü öykü olarak da okunabiliyorlar ama sahneleniyorlar da. Dramatik öykü belki de, belki de yeni bir şey, bilmiyorum, çalışmak gerek.

Oyunun adına nasıl karar verdiniz?

Oyunların isimleri uzun oluyor genellikle. Bir önceki oyunumuzun adı da Kapı Aralığı Nedir, Kapı Aralığı Bir Fotoğraftır idi. Bu isimler biraz oyunun dünyasını anlatıyor, biraz merak barındırıyor biraz da estetik bir tercihe işaret ediyor. Bu oyunda da ilk önce metinler ve konsept çıktı ortaya ve sonrasında oyunun adına karar verdik. Genellikle Yusuf buluyor isimlerini. Öyküleri de yazdığımda ona gönderiyorum, o isim veriyor.

Dekor oldukça emek gerektiriyor. Her oyunu izleyiciye hazırlarken nasıl bir günlük tempoya ihtiyacınız oluyor?

Sahnede konumlandırdığımız piramit, konsept aşamasından beri bizim için bir merak konusuydu. Nasıl olacak, nasıl yapılacak? Sonra mimar ve inşaat mühendisi arkadaşlarımızdan öneriler aldık ve bir demir atölyesine gittik. Anlattığımızda pek bir şey ifade etmedi; ama ortaya çıkan görüntü, ustayı bile hayran bırakmaya yetti. Kendi de şaşırdı ortaya çıkardığı şeye. Durum böyleyken piramitin kurulumu da uzunca bir süreç istiyor, neredeyse yarım günlük bir çalışma. Önce konstrüksiyon kısmı kuruluyor, sonra üzeri camla kaplanıyor. Tüm süreç boyunca aklıma hep Yusuf’un bir cümlesi geliyor. Konsepti oluştururken, “Sahnede piramit vardır demek bir satır.

Sizi YKY Kitap-lık’ta yayımlanan öykülerinizle de tanıyoruz. Öyküleriniz ile oyun metinleriniz nerede buluşuyor ya da ayrılıyor?

Genellikle sahnelenen metinlerim basıldı; yani oyun olarak sahnelediğimiz metinler, öykü olarak da basıldı. Yukarıda bahsetmiştim biraz. Sahneleneceğini bilen öyküler bunlar. Yusuf, metni önüne aldığında kafasında kurmaya çalıştığı görselliğe hizmet edecek bölümleri seçiyor, imgeleri topluyor. Zaten metni yazmadan önce de nasıl bir takım imgelere ihtiyacımız olduğunu o bana söylemiş oluyor. Yani diyebilirim ki öyküler ve oyun metinleri hiç ayrılmadılar ki buluşsunlar. Hep bir aradalar.

Öykülerinizle ya da oyun metinlerinizle kitap olarak karşılaşacak mıyız?

Bir kitap projesi var şu an üzerinde çalıştığım, yayımlanmasını istiyorum.

Oyunda, teypten gelen ses ve oyuncunun anlık tepkileri kontrast yaratıyor. Bu da çok katmanlı bir yapı sağlamış. Aynı şekilde, ses ve görüntünün kullanımı da öyle. Birini kaçıran öbürünü yakalıyor. Bu dili nasıl kurdunuz? Bana, Kutluğ Ataman’ın İstanbul Modern’de izlediğim parçalara bölünmüş ekranda eş zamanlı sergilenen Ruhuma Asla adlı işini hatırlattı. 

Yusuf genel olarak Kavramsal Sanat’tan sinema, fotoğraf dilinden besleniyor. O sebepten bu oyunun fikri de bir müze etrafında toplanıyor. Kutluğ Ataman da takip ettiği isimler arasında. Böyle bir benzerlik kurulduğunu duymak çok güzel. Yaptığımız şeyin aslında ne kadar çağrışımsal alımlandığını gösteriyor. Teypteki ses kaynağını çok iyi bildiğimiz ama aynı zamanda bilmediğimiz bir ses. Bu anlamda biraz tekinsiz bir durum söz konusu. Oyuncu olarak da Nilay bu sesle hesaplaşıyor, bu sesten kaçıyor, bu sesi özlüyor diyebiliriz adlında. Biraz, bir çocuğun babasıyla kurduğu ilişki gibi. Baştan sonra  ne kadar farklı olduğunu göstermekle yola başlar; ama ne kadar benzer olduğunu kabul ederek biter süreç.

Yazdığınız metin, -K’ların sonradan gelmesi mesela, Sevim Burak’ı hatırlatıyor. Sevim Burak’la ilişkiniz nasıl?

Metin ve konsept ve oyunculuk aslında yola sıfır noktasında başladı, her şey yerli yerindeydi. Hiç birinin yapısı bozulmamıştı. Provalar devam ederken hepsi en küçük parçalarına kadar ayrıldı. Bir radyodan nasıl ses geldiğini merak eder ya çocuk, bu da biraz öyle. Tüm oyunu söktük ve ses nereden geliyor diye seyirciye göstermeye çalıştık. Radyonun içinde dolaşan imgeler varmış. Sevim Burak her zaman bir dirsek mesafesi kadar uzağımda. Yazdığım, yazmaya çalıştığım tüm metinlerde ona bir selam göndermeye çalışıyorum.

Yapıbozum hakkında ne söylemek istersiniz? Dilerseniz oyunla da ilişkilendirerek

Başlangıçta kaos vardı diye okuttular okulda bize, genelin aksine. Tüm eylemlerimiz bir düzen, bütün kurmak üzerine. Bu düzen öyle bir kısıtlayıcılığa ulaşıyor ki hem teorik hem pratik anlamda bu hakim algının tersine bir yürüyüş başlıyor. Belki de kaosa doğru. Biz de metinleri ya da oyunları bir düzenden düzensizliğe doğru kuruyoruz. Bir çok şeyin mümkün olabildiği ya da mümkün olabileceği bir dünya.

Eğitiminizden biraz bahsedebilir misiniz?

Yusuf da ben de İstanbul Üniversitesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatı bölümünde lisans ve yüksek lisans çalışmalarımızı yaptık. Doktora çalışmalarımıza ise yine aynı üniversitede Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji bölümünde devam ediyoruz.

Doktora teziniz ne üzerine?

Doktora tezim Heiner Goebbels’in oyunları üzerine. Onun oyunlarında ‘namevcudiyet estetiğinebakıyorum. Sanat estetik rejimi üzerine ve yirmi birinci yüzyılda tiyatroyu anlamamıza yardımcı olabilecek birtakım öneriler getirmeye çalışıyorum.

Heiner Goebbels’i araştırmak işlerinizle örtüşen bir seçim olsa gerek Peki, nasıl?

Goebbels’in çalışmalarına*** sadece oyun demek güç. Sahnelenmiş konser, müzik tiyatrosu, enstelasyon gibi alanlarda çalışıyor; ama işlerinin ortak paydası dilin ve sahne ögelerinin müzikalitesi üzerine. Dolayısıyla müzik belirleyici bir öge onun çalışmaları için. Goebbels aynı zamanda composer; yani dünyanın değişik ülkelerindeki orkestralar için müzik besteliyor. Bestelemek kelimesi uygun düşmeyeceği için aslında az önce composer dedim yani compose ediyor: Bir araya getiriyor. Bu oyunları için de temel bir kavram. Bir çok ögeyi bir araya getiriyor. Goebbels ile ortaklık olabilecek nokta belki parçalılık olabilir. Değişik parçaları bir hiyerarşi kurmadan sahne düzleminde bir araya getirmek.

Rutin, mekanik, zaman zaman Pinokyo hareketleri diyebileceğim bir dizi eylem izledik. Niye?

Turan Özdemir’in sesinden dinlediğimiz metinler nostaljik ve yer yer şiirsel olarak nitelendirilebilir. Sahne düzleminde ise koreografiyle seslerin zıtlık oluşturması hoşumuza gidiyor. İmgeler, sesler ve dilin şiirselliği ortaya çıkıyor diyebilirim. Serbestçe dolaşabiliyorlar. Sahnede her bir ögenin bir diğeriyle alıştığımız anlamda harmoni içinde olması hiyerarşik bir durum bence. Oysa ki zıtlıktan da uyum çıkıyor.

Parizyen çorap ve danteller sizin için ne ifade ediyor?

Metnin dünyasından fırlayan imgeler diyebiliriz. Uzun zaman sonra evine dönen kardeş, ailenin artık orada yaşamadığını görüyor. Baba ise çoktan kaybedilmiş. Pencereden baktığında bir hayal kuruyor. Ailenin bir arada olduğu herkesin bir davet için hazırlandığı… O hayalde masada bir dantel var, annenin ayağında ise parizyen çorap. İstedik ki o hayal bir anlığına görünüp kaybolsun sahneden. Öte yandan kişisel olarak herkes için tanıdık gelen imgeler.

Metnin yazımı ne kadar sürmüştü?

Metin üzerine çalışmaya başlamamız ile provalara başlamamız arasında altı aylık bir süre var. Bu sürede denedik, yanıldık, yeniden denedik.

Aslında birebir ne anladığımız değil de, hissi mühimdi oyunun. Ne dersiniz?

Kesinlikle, aslında soruları alt alta koyduğumuzda biraz derlenip toparlansa okumaktan keyif alacağımız oyun üzerine yazılmış bir yazı çıkacak ortaya. Satırlardan oyunun size ne kadar istendik şekilde geçtiğini anlıyorum. Aslında oyunun en temel noktası o, bir şey anlatmak yerine izleyiciye dokunmak. Bir imge vermek seyirciye oyundan çıkıp eve giderken yanında götürebileceği…

Kostümdeki yaka neyi simgeliyor? Sistem ve uniform olma hâllerini mi?

Kostüm, sahnenin diğer piramidin kendisiyle birlikte de ortaya çıkan dünyada bir parça. Rengiyle birlikte. Piramit turuncu, elbise turuncu. Elbisenin yakası ve kol şeritleri beyaz, evet dediğiniz gibi de düşünülebilir. Biz birleştirirken o şekilde düşünmemiştik; ama neden olmasın? Her bir ayrıntının çoğul anlamlara açılması bizim için güzel ve istediğimiz bir durum.

Metnin müziğinden bahsetmek ister misiniz? Burada da aklıma Virginia Woolf ve Dalgalar geliyor, dalga sesleri ile yazmak gibi. Başka böyle örnekler var mı paylaşabileceğiniz?

Çok güzel bir benzetme; çünkü Virginia Woolf bu romanında bir olay örgüsüne bağlı olarak bir anlatı kurmak yerine bir ritme uyarak ilerler. Ritim o anlamda bir anahtar kelime olabilir. Dilin sesinin ritmini bulmak. Mektup fikrini düşündüğümüz zaman bir gönderme ve alma söz konusu olur ve bu iletişimin de öngörülen doğasıdır; ama mektuplar bu ilişki içinde ilerlemiyor, diyebiliriz ki bir ritim yasası var burada, biraz şiirde de olan bir yasa bu. Anlamın ön planda olması yerine, sesin ön planda olması. Bu, sahneleme için de Yusuf’un düşündüğü bir noktaydı.

Prova sürecinden, unutamadığınız bir anınızı paylaşmak ister misiniz?

Ben genellikle provalarda uyurum. Piramidin karşısında eski bir bank vardı, o bankta uyudum. Prova deyince aklıma bu geliyor; tabii bir yandan ben uyurken provanın devam etmesi, oyunun ilerlediğini bilmenin verdiği keyif. Sonra beni uyandırıyorlardı ve gece dört gibi eve dönüyorduk.

Oyunun yönetmeni Yusuf Demirkol ile ba-‘yı kurma sürecinden bahsedebilir misiniz? Bir yazar ve bir yönetmenin birlikte üretmesi zenginlik

Biz Yusuf’la aynı eğitim geçmişinden geliyoruz; fakat o, birlikte yaptığımız işlerin görsel yanıyla ilgileniyor bense her anlamda metinsel yanıyla. Bu dediğiniz gibi bir zenginlik. Aynı dili konuşabilmek ve farklı alanlarda birtakım şeyler biriktirmiş olmak. ba-‘yı 2012 yılında kurduk ve dört çalışmamız da bu şekilde ilerledi. Bir yandan bir öykü anlatmaya çalışırken aslında bunun bir  o kadar da imkânsız olduğunu göstermek istiyoruz. Bu noktada devreye imgeler,renkler ve görsel bir dünya çıkıyor karşımıza.

Oyundaki fotoğraflar kime ait? Sahaftan mı aldınız yoksa? Sahaftaki fotoğrafları birleştirip film çeken insanlar var, ilişkisi olmayan kişileri anlatı ile birleştirip izleyicide anlamlı ve süregelen birliktelik hissi oluşturuyorlar. Sizinki nasıldı?

Fotoğrafları sahaftan aldık evet, süreç içinde yüzlerce fotoğraf negatifine baktık ve fotoğraflardaki kişileri, yerleri ve binaları yan yana -çağrışımsal bir üslupla- getirdik. Bir bebeğin olduğu bir fotoğrafla bir aile toplantısının fotoğrafı arka arkaya getirilince, sabit bir anlam değil ama bir anlam çıkması kaçınılmaz. Değil mi ki yazarın öldüğü bir çağdayız, seyircinin kendi anlatısını oluşturması için güzel bir hemzemin bu.

Oyun alanına fanus desek yerinde olur mu? Sırça Fanus’la ilişkisi var mı?

Denebilir, yola çıkış noktamız o olmasa da denebilir. Gündelik alandan ayırılmış ve zamanların içinden geçen bir figürün içinde konumlandırıldığı bir fanus denebilir. Sırça fanusla bu anlamda ilişkilendirmek ne güzel olur.

Eski eşyalarla, anılarla olan sıkışmış ve mülkiyete dair ilişkimiz bizi o fanuslara hapsediyor olabilir mi?

Öyle de düşünülebilir, bir sıkışmışlık hâli ya da hapsolma hâli, ama aynı zamanda dışarıdan izlenebilen bir fanus bu. Biz içeride kaçmaya çalışırken, debelenirken, bağımızı kesmeye çalışırken ya da her şeyle kucaklaşmaya çalışırken dışarıdan ne kadar komik ya da buruk göründüğümüzün hikâyesi.

Aile yine karşıma çıktı…

Aile hem en sevdiğimiz hem de en çok kaçtığımız yer. Oyundaki aileden geri kalanlara baktığımızda bir araya gelememenin yan yana duramamanın tarihi çıkıyor karşımıza. En çok bir arada durmak istediğimiz ama bir türlü duramadığımız. Bir zaman geniş ailelerin ne kadar mutlu olduğu anlatıldı durdu. Biz ise bugün ancak o fotoğraflara bakıp ne kadar mutlu olduklarının hayalini kurabiliyoruz, yine bir burukluk hissi. Bu güzel bir ihtimalmiş bir zamanlar belki ama artık değil sanırım ya da hiç yaşamadığımız eski, güzel günlere özlem.

Peki ya aynalar?

Hem seyirci için hem de oyuncu için ikinci bir suret aynalar ya da ayna hissi. Oyuncu bir tarafa sırtını döndüğü anda yüzünü ele veriyor yansıması ve yansıması üzerinden izliyoruz bir süre. Bir kişinin bir bütün olduğu, tam olduğu tek an, aynaya bakma anı…

* https://www.ba-bel.org

** Trailer 

*** The experience of things, Heiner Goebbels


Hafızasını Kaybeden Müzeden Bir Traktöre Mektuplar

Metin: Ferdi Çetin

Konsept ve yönetmen: Yusuf Demirkol

Oyuncu: Nilay Erdönmez

Üst Ses: Turan Özdemir

Makyaj: Filiz Esen

Proje Asistanları: Aleyna Çevik, Çetin Karagöz, Sercan Can

Teşekkür: Mehmet Tükel Acar, Yeşim Özsoy

 

28 Mart Salı, 20:30, garajistanbul

http://www.biletix.com/etkinlik/UMT30/TURKIYE/tr

 

11 Nisan, 20:30, garajistanbul

http://www.biletix.com/etkinlik/UMT34/TURKIYE/tr

 

Yazarın Diğer Yazıları

Otoetnografi: Bildiğimizi nasıl biliriz?

Akademik yazılardan her ne kadar belirli bir ciddiyete sahip olması beklense de, bu durum yaratıcı ifade biçimlerinden tamamen uzak durmayı gerektirmez. Otoetnografi, ‘ben dili’ ile teoriyi buluşturmak isteyenlerin, öğrencilerin ve araştırmacıların ilgisini çekebilir

Akademik sinema dünyasından dört önemli konferans

Bu konferansların, oluşumların ve dergilerin köklü bir geçmişe sahip olduğunu düşünüyorum ve dünya genelindeki çalışmalara bakmak için iyi bir başlangıç noktası ve referans kaynağı olabileceğine inanıyorum

İran’ın cesur kadınları: Jin, Jiyan, Azadi!

Çoğu İranlı temel özgürlükler ve demokrasi uğruna canını feda etti

"
"