20 Mayıs 2012

Vatanseverliğinizden kuşkulanabilir miyiz, izninizle?

Pırıl pırıl bir gün. Aydınlık ve sıcak bir güneş. Lacivert ve pürüzsüz bir deniz

 

Pırıl pırıl bir gün. Aydınlık ve sıcak bir güneş. Lacivert ve pürüzsüz bir deniz. Denizin bir kuş gagası gibi kıvrılıp uzayarak kasaba meydanına dokunduğu yerde garip bir hareketlenme fark ediliyor. Adımlarımı oraya doğru hızlandırıyorum.

Meydandaki balıkçı heykelinin önünde bir şeyler var. Uzaktan seçemiyorum, ama bir sergi falan olabilir. Gençler bir sağa bir sola koşuşturuyor. Biraz daha yaklaşınca tarihî eserler mi acaba, diyorum. Üstü paslanmış, yıpranmış yüzlerce yıllık şişeler mi ne, orada duranlar?..

İşte “sergi”nin yanındayım. Ama ne sergi!.. İnsan şaşkınlığından neler gördüğünü, nasıl düşünmesi gerektiğini bilemiyor.

Kısaca “pislik sergisi” diyebilir miyiz acaba? Veya “pisliğimizin sergisi”? Ya da “pis alışkanlıklarımızın sergisi”?

Dokuz Eylül Üniversitesi Sualtı Topluluğu üyeleri, Ege’nin en özel yerlerinden biri olan Foça’da “deniz dibi temizliği” yapıyor. Ve denizin görünmeyen dibinden neler neler çıkarıyor: Şişeler, bidonlar, kavanozlar, kovalar, kutular… Daha bitmedi: şemsiye, plastik sandalye, koca bir oto lastiği, bir zamanlar birilerinin hayallerini süslediği belli olan kadın posteri!..

\

Gençler Üniversite-Belediye işbirliğiyle gerçekleşen bu eylemin son bölümü olarak sudan çıkarılan bu garip atıkları kasaba meydanında sergiliyorlar. Yaşlı Foçalılar şöyle bir göz atıp geçiyor. Çocuk Bakım evinden gelen minik Foçalılar daha bir ilgiyle bakıyor bu “su altı zenginliğimize”.

Organizatörlerin bulduğu slogan “Temizlik limandan gelir”. Ama temizlik hiçbir yerden gelmiyor. Ne limandan, ne imandan, ne de bitip tükenmeyen vatan millet nutuklarımızdan.

Çünkü insanların ezici çoğunluğunun “dindarlığı” da, “vatanseverliği” de sadece dilinde; ne yüreğine ne de beynine ulaşabiliyor.

Bu “sergi”den sonra geçen bir hafta içinde Foçalı dostlarımla birkaç kez konuştum. Deniziyle parkı ve dağıyla doğayı kirletmekle siyaset arasında nasıl bir bağ var? Uğruna, sözüm ona, ölüme gideceğimiz vatan sevgimiz günlük hayatımızın neresine düşüyor? Herkes vatanseverse, vatanı böylesine pisletenler kim acaba?

 

*      *      *

 

İktidarı eleştirmek kolay. Muhalefeti de öyle. Zor olan kendini eleştirmek. Ve dokunulmaz sayılan değerlerimizle burnundan kıl aldırmayan alışkanlıklarımızı…

\Bizdeki eleştirilerle çoğu kez duygu telleri üzerinden şiddetli titreşimlerle ilerleyen tartışmalara bakın! Herkes vatanı kurtarıyor! Daha aşağısı yok!

Kimsenin kendinden ve söylediğinin doğruluğu ile derinliğinden en ufak bir kuşkusu yok. Çünkü inanmış bir kere. Kendine de inanmış. İyi bir insan olduğuna. Bu vatanı çok sevdiğine. O, bu tartışmalarda dediği her şeyle “vatanı kurtarıyor”. Tartışma biraz alevlendiğinde karşısındakini “vatan hainliği” ile suçluyor.

Vatan aşağı, vatan yukarı!..

Nerede bu vatan?

“Kalbimizde”!..

İyi güzel de, iç organlarımızı bir kenara bırakırsak, nerede vatan? Ne demek vatan?

Türk Dil Kurumu sözlüğünde Arapçası “vatan” olan şey, “yurt”. Yani “bir halkın üzerinde yaşadığı, kültürünü oluşturduğu toprak parçası.” Yine Arapçasıyla “memleket” dediğimizde de, “bir devletin egemenliği altında bulunan toprakların bütünü”, yani “ülke”dir kastedilen. Bir de “bir kimsenin doğup büyüdüğü yer”…

En basit fikir tartışmalarını bile “vatanperverlik”, “yurtseverlik”, “memleket aşkı”, “ülke sevgisi” üzerinden yapmak zorundayız sanki…

 

*      *      *

 

Herkes vatanı seviyor. Ama vatanı pisletmekte bir beis görmüyor. Çünkü “vatan” denilen şeyin soyut bir kavram olarak görülmesi onları gizliden gizliye memnun ediyor. Böylelikle oyun kolaylaşıyor. Sorumluluklar gizleniyor. Altı kazınsa yalan olduğu ortaya çıkacak söylemler yardımıyla insanlar küçük hamlelerle kendini ve birbirini tatmin ediyor.

Arsızca pislettiğimiz vatanı, ölümüne seviyoruz ama…

Sahi, ne yaptınız siz bu pek sevdiğiniz vatan için? Keskin tartışmalardan başka tabii… Coşkulu bayram kutlamalarında bir yerlere bayrak mı astınız mesela? Büyük, daha büyük, en büyük bayrağı?..

Türkiye, Birleşmiş Milletler İnsanî Gelişme Endeksi’nde (Human Development Index) 187 ülke arasında 92. sırada, biliyor musunuz?

Yani yaşam uzunluğu, okur yazarlık oranı, eğitim, sağlık, gelir durumu, toplumsal eşitsizlik, yoksulluk, çocuk hakları, cinsiyet eşitsizliği ve kadına şiddet vs. açılarından halimiz pek acı!..

Bütün bunlar “hayat” demektir, “hayat düzeyimiz” yani…

Tamam, “vatansever nutuklar” çerçevesinde açıklanan bir başka veri, “Türkiye ekonomisinin dünyanın 16. ekonomisi olduğu” da doğru… Ama bu övünülesi gelişmişlik düzeyinde “bizim somut hayatımız” da böyle işte!..

Siz Birleşmiş Milletler İnsanî Gelişme Endeksi’ndeki sıramızın yükselmesi için ne yaptınız?

Yani kendi hayatınızın, eşinizin-dostunuzun, çoluğunuzun-çocuğunuzun hayatının iyileşmesi için? Tükettiğinizden fazlasını üretmek, daha iyi bir meslek erbabı olmak, eğitim ve kültür düzeyinizi arttırmak, daha kaliteli yaşamak için?..

Çünkü sizin ve yakınlarınızın hayatı iyileştiğinde, Türkiye’nin gelişmişlik düzeyi de yükselecektir. Mesele de budur zaten. Siz oturduğunuz yerden “vatanı kurtaracağınıza” kendi hayatınızı, yakınlarınızın hayatını kurtarın. Daha doğrusu yaşam düzeyini yükseltin.

Ne sıkıcı şeyler yazıyorum, değil mi?

Ne diyordu Orhan Veli?

Neler yapmadık şu vatan için!

Kimimiz öldük,

Kimimiz nutuk söyledik.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Cihatçılar Halep’e saldırdı, Rus basını Erdoğan’a ateş püskürdü

Rus Tsargrad sitesinin başlığı: Erdoğan Putin’i kandırdı: Kremlin suskun, Türkiye Cumhurbaşkanı yine ihanet yolunu seçti

Savaşın yayılma eğilimi Türkiye için bir tehdittir

Toprak ve insan hayatı: Ben ikincisini daha çok önemserim, siyasiler ise genellikle toprağı seçer

Hayat ve ölüm üzerine biraz karamsar bir yazı

Almodovar’ın ölümü kabullenmek konusunu işleyen Yandaki Oda filmi ve T24'ün bir haberi

"
"