21 Nisan 2013

Şikâyetim var cümle yasaktan, dillerimi Hâkim Bey bağlasan durmaz!

Babamın cenazesindeyim. Üzerimde tonlarca ağırlık...

Babamın cenazesindeyim. Üzerimde tonlarca ağırlık...

Hem ölenle dürüstçe vedalaşma, hem de yanı başımıza kadar uzanmış olan ölümle tedirgin selamlaşma vakti. Her ikisi de "özel" yaşanması gereken hesaplaşma anları.

Ama cenazeyi "törenleştiren" gelenekler izin vermiyor ki. Senaryo önceden yazılmış, roller saptanmış; böyle bir günde bile oynayacaksınız.

"Onu nasıl bilirdiniz?" sorusunu - bilen ve bilmeyen herkesle birlikte, kelimenin anlamına hiç aldırmadan - "İyi bilirdik!" diye haykırarak savuşturacağımıza oturup konuşabilirdik belki, ya da en azından bu soruya karşı birkaç dakika sessiz kalarak düşüncelerimize ve duygularımıza dokunmayı deneyebilirdik ölünün huzurunda.

Başımızda bir imam duruyor ve topluca dua okunuyor, eller yüzlere götürülüp indiriliyor. Ben dindar değilim. Ama tören dinî. Ve ölen benim babam. Gerilerde bir yerde saf tutamam, gizlenemem, sıvışamam. Kendime ve başkalarına karşı "bugünlük inanıyormuş gibi" numarası da yapamam.

Cenaze töreninin yüzü suyu hürmetine sessiz kaldığını hissettiğim sert ve şaşkın bakışların birer kurşun gibi yağdığını hissediyorum üzerime:

- Neden sen de herkes gibi değilsin? Neden bir duayı çok görüyorsun babana?

- Neden yalan söylemeye zorluyorsunuz beni? Neden inanmama hakkıma saygı duymuyorsunuz?

- Ama babanın cenazesini yıkamaya pek istekliydin!

- Siz cenaze yıkadığımı düşünebilirsiniz. Oysa ben, var olmamı sağlayan iki bedenden birini toprağa karışması arifesinde ilk kez tüm doğallığıyla ve çaresizliğiyle görmenin, onun cansızlığına karşın hâlâ uzamaya devam eden saçlarına, sakallarına ve tırnaklarına dokunmanın, ölüme teslim olmuş hayatın izlerini yakalamaya çalışmanın gizemini yaşıyor ve burada hiçbirinizin kulak hizasında söyleyemeyeceğim sözlerle babama veda ediyordum...

Hayır, bu diyalog seslendirilmedi elbette. Ama kısmen de olsa duyuldu...

Benden daha çok bahşiş almak isteyen mezarlık görevlilerinin "Çok derin kazdık, abi!" diye övündükleri mezara babamı yerleştirip oradan güçlükle çıktıktan sonra bir kenara çekildim; önce başkalarının "uğurlama üsluplarını" izledim, ardından da zaten karmakarışık olmuş yüreğimden yükselen soruyu - en azından kendimi daha güçlü hissedeceğim bir zamana erteleyerek - geçiştirmeye çalıştım:

- Bir gün sen de işte böyle gömülmeyecek misin, Hakan Aksay? İnansan da, inanmasan da! İstesen de, istemesen de!..

*   *   *

Fazıl Say'ın hapis cezasına çarptırılmasıyla başlayan tartışma sürecinde bazen fikirlerden çok duygular, hatta çığlıklar dile getiriliyor. Yaşlı bir dostum artık korkacak bir şeyi kalmadığını söyleyerek "son eylem planını" açıklıyor:

- Gazetecileri önceden çağırarak şehrin en kalabalık yerinde Allah'a ve dine inanmadığımı avazım çıktığı kadar bağıracağım!.. Kimseye hakaret etmeyeceğim; sadece ateist olduğumu ilan edeceğim!..

O sahneyi gözlerimin önünde canlandırıyorum. O bağırdıkça çevresindekilerin sayısı artıyor. Çoğalmanın ve zaten çoğunluk olmanın verdiği sahte cesaretle önce sözlü, sonra yumruklu-tekmeli saldırılar çığ gibi büyüyor. Olay yerine gelen polislerden bazıları, ilk refleksle yaralı ateisti korumaya çalışsalar da, "din adına katli vaciptir"e uzanan açıklamaları duydukça kararsızlaşıyor...

Siz de hayalini kurdunuz mu bu sahnenin? Neredesiniz peki? İstanbul'da, Taksim Meydanı'nda mı? Ankara Tandoğan'da mı? İzmir Alsancak'ta mı? Öteki şehirlere gitmeyi bir deneseniz? Mesela, Sivas'a, 20 yıl önce 35 "dinsiz"in yakılarak katledildiği Madımak Oteli yakınlarında bir yere?..

Dindar olmayanların, "geleneklere, örflere, adetlere, milli değerlere" ters düşenlerin ve marjinal sayılan siyasetleri, ulusları, yaşam tarzlarını temsil edenlerin her zaman "bir kaşıklık canı" olagelmiştir bu topraklarda.

Çakmadan parlayan kibirli çoğunluk, bunlara kendisine benzediği ölçüde tahammül eder; ama an gelir, onları tepeler, kovar, dışarı atar veya içeri tıkar...

Üstelik onca gücüne rağmen şaşılacak kadar özgüvensiz ve kırılgandır bu çoğunluk; hoşuna gitmeyen tek bir söz, tavır veya bakışla "orantısız güç kullanmaya" hazırdır. "Vatan, millet, ezan, bayrak" nidalarıyla ve koca cüssesiyle ortaya çıkarak sonunda kazanacağından emin olduğu savaşlara kılıç şakırdatmaya bayılır. En acınacak yanı da, sırtını devlete dayayarak kendini kahraman gösterme çabasıdır. Devlet de böylelerini tepe tepe kullanır.

\

Böylece “devlet-millet el ele”, çatlak sesleri çıkartan ağızlar tıkanır. On yıllar boyunca Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Hrant Dink, Orhan Pamuk ve daha binlerce aydın, yüz binlerce rejim muhalifi, milyonlarca Kürt ve başka azınlıklardan insan, bu hoşgörüsüzlüğün ürettiği türlü baskı ve cezalarla karşılaşmıştır.

Bu memlekette güçlü ve egemen olanların "büyük" olmasının, büyüklük yapmasının önünde görünmeyen devasa bir engel vardır her zaman. Asla "Biz zaten bu kadar güçlüyüz; bırakalım konuşsunlar, bağırsınlar, saçmalasınlar..." demezler; hep "Biz bu kadar güçlüyken kimseyi karşımızda konuşturmayız..." derler!.. Güçlülük haklılıkla, zayıflık haksızlıkla karıştırılır.

*   *   *

Fazıl Say'ı eleştirebilirsiniz (ki sanırım o, özensiz üslubuyla eleştirilmeyi fazlasıyla hak ediyor), hatta kınayabilirsiniz, protesto edebilirsiniz, ayıplayabilirsiniz. Ama neden illaki onun özgürlüğünü elinden almak için hukuki silahlara başvuruyorsunuz? Neden onu suçlamak için kullandığınız tweetler arasında müzisyenin ateist olduğunu açıkladıkları da yer alıyor? Ateist olmak suç mu?

Hani hoşgörüden, tahammülden, demokratik değerlerden ve insan haklarından söz eden, barış süreçlerinin yaratıcısı hükümet? Neden sahip olduğunuz moral potansiyelinizle, medya kuruluşlarınızla, idari imkânlarınızla ve siyasi avantajlarınızla yetinmiyor da iktidarın kaba kuvvetini kullanmaya yöneliyorsunuz?

Neden bu kadar alıngansınız? Neden bu kadar hoşgörüsüz ve affetmezsiniz? Dünyaca ünlü piyaniste ceza verilmesini ihtimal dahilinde görenlerin önemli bir bölümü “ama bu bir uyarı, para cezası veya başka bir sembolik yaptırım olmalı” derken, siz neden “babadan-dededen kalma alışkanlıkla” insanları demir parmaklıkların arkasıyla sindirmeye çalışıyorsunuz?

Ayrıca “hassasiyetler” neden bir yerde canla başla çalışırken öteki taraflarda sinsice susuyor? Neden yasalar Hıristiyan ve Musevi olan ve dindar olmayan yurttaşları korumak için aktif olarak kullanılmıyor?

Ceza yasalarını koltuk değneği yaparak nereye kadar gideceğiz? 141-142. maddeler, 302. madde, 216. madde... Uğursuz numaraların birini sandığa koyup ötekini çıkararak, cezalar ve yasaklarla hangi “büyük Türkiye”yi kuracağız?

O “piyano çaldığı için ceza yemedi”, öteki “yazarlık faaliyetlerinden dolayı tutuklanmadı”, beriki “gazetecilik yaptığı için hapse atılmadı”... Ama sonuçta mızrak çuvala sığmıyor: Dünyada aydınlarına en çok çektiren ülkelerden biriyiz işte!

Bunu kafasını kuma sokmayan herkes görüyor. Uluslararası medya, Türkiye’deki insan hakları ihlallerine ilişkin haber ve yorumlarla dolu. Son zamanlarda Ankara’yı “ikinci adres” yapan John Kerry’nin başında olduğu ABD Dışişleri Bakanlığı'nın İnsan Hakları Raporu'ndaki Türkiye bölümü epeyce kalın: İfade özgürlüğüne müdahaleden yargının siyasallaşmasına, keyfî tutuklamalardan gazetecilere baskıya, eşcinsellerinin haklarının çiğnenmesinden polisin şiddet uygulamasına kadar ne isterseniz var…

Ve bizden bütün bunlara karşı susmamızı ya da sizin aldığınız, desteklediğiniz kararları ayakta alkışlamamızı bekliyorsunuz. Oysa bizim gönlümüz, vicdanımız, yurttaşlık bilincimiz tam tersini söylüyor.

Onun için de şikâyetçiyiz. Hoşgörüsüzlüğünüzden, yasaklarınızdan, cezalarınızdan, sansürünüzden, baskılarınızdan…

 

 

Yazı burada bitsin. Gerisini Sezen Aksu’nun sözü ve müziği ile Zülfü Livaneli'nin sesi tamamlasın artık:

 

Şikâyetim var cümle yasaktan.

Dillerimi Hâkim Bey bağlasan durmaz.

Gelsin jandarma polis karakoldan

Fikrim firarda mahpusa sığmaz eyvah.

 

Gün olur yerle yeksan olurum.

Gün olur şahım devri devranda.

Kanun üstüne kanun yapsalar

Söz uçar yazı iki cihanda eyvah.

 

Sussan olmuyor susmasan olmaz.

Dil dursa Hâkim Bey tende can durmaz.

Yazsan olmuyor yazmasan olmaz

Kaleme tedbir koma tek durmaz.

Yazarın Diğer Yazıları

Cihatçılar Halep’e saldırdı, Rus basını Erdoğan’a ateş püskürdü

Rus Tsargrad sitesinin başlığı: Erdoğan Putin’i kandırdı: Kremlin suskun, Türkiye Cumhurbaşkanı yine ihanet yolunu seçti

Savaşın yayılma eğilimi Türkiye için bir tehdittir

Toprak ve insan hayatı: Ben ikincisini daha çok önemserim, siyasiler ise genellikle toprağı seçer

Hayat ve ölüm üzerine biraz karamsar bir yazı

Almodovar’ın ölümü kabullenmek konusunu işleyen Yandaki Oda filmi ve T24'ün bir haberi

"
"