Medyamız yine çekilmez oldu. İsrail, Türkiye'den özür diledi ya!.. Ortalık toz duman...
"Özür dilettik"... "Özür zaferi"... "Büyüksün Türkiye"... "İsrail dize geldi"... "İsrail yenilmiştir"... "Türkiye'nin liderliği tescillendi"... "İsrail özür diledi, borsa uçtu"...
Ne diyelim! Gazanız mübarek olsun!..
Neden, diye sormayalım. Zamanlamaya dikkat çekmeyelim. ABD ve bölgeyle ilgili planları ile bağlantı kurmayalım. Özrün içeriğini ve hukuki sonuçlarının nereye kadar gidebileceğini (ya da gidemeyeceğini) sorgulamayalım. Öldürülen insanlar için kimlerin ve nasıl cezalandırılacağı konusunu tartışmayalım...
Özür dilettik! Dize getirdik! Pişman ettik! Devleştik! Ve (borsa ile birlikte) uçtuk!..
Bu arada ben de toplumumuzun, iktidarımızın, medyamızın "özür dileme" eylemine ne kadar önem verdiğini öğrendim. Ve doğrusu, çok şaşırdım.
* * *
Kaderin cilvesi bu ya... Tam da aynı gün TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu'nun Uludere Raporu açıklandı ve Türk Silahlı Kuvvetleri'nin 28 Aralık 2011'de düzenlediği hava saldırısı sonucu 34 insanın katledilmesinde "bir kasıt olmadığı saptandı". Böylece olay bir kez daha hasır altı edilmeye çalışıldı.
Yani devletin hiçbir basamağında hiçbir yetkili cezalandırılmayacak.
Ceza bir yana, "özür dileme" bile yok!
Bir tek özür cümlesi!..
Başbakan "Gerekirse özür dileriz" demişti. Demek ki, gerekmedi...
İsrail'in dilediği özür devletimize neler getiriyor, bilemem, ama Uludere (Roboski) kurbanlarıyla ilgili olarak dilemediği özür çok şey götürüyor. Hele bu hassas barış sürecinde...
Geçen gün TÜSİAD Yönetim Kurulu üyesi ve Doğan Holding danışmanı, eski büyükelçi Volkan Vural, Ermeni Soykırımı'nın 100'üncü yılı olan 2015'te Türkiye'nin özür dilemesini ve sınırın yeniden açılmasını önerdiği için epeyce eleştirildi.
- Özür dilemek ha!.. Sen nasıl bizi küçük düşürürsün!..
Bakalım hayat, bu iki yılda neleri ne kadar öğretebilecek bize...
* * *
Muhteşem Yüzyıl'ın son bölümünü izlediniz mi? Babaları Sultan Süleyman'ın önünde ok atma becerilerini sergileyen iki şehzade arasında yine sorun çıktı. İlerde tahtı ele geçirecek olan (İkinci) Selim ("Sarhoş Selim", "Sarı Selim"), yıllar sonra canını kurtarmak için İran'a kaçsa da boğularak öldürülmekten kurtulamayacak olan kardeşi Beyazıt'ın yayının ayarını bozdu.
Buna şiddetle tepki göstererek abisini suçlayan Beyazıt'a Sultan Süleyman ateş püskürdü; "Abine karşı bu ne saygısızlık! Hem de benim huzurumda!.." dedikten sonra onu herkesin önünde Selim'den özür dilemeye mecbur etti.
Popüler bir dizinin bu basit sahnesi bile bizim "özür dileme" konusunda asırlardan beri pek değişmeyen yaklaşımımızı sergilemiyor mu? Ahlak ve adaletten koparılmış ve güç-iktidar-hiyerarşi dengesine bağlanmış bir aleni cezaya dönüştürülen "özür dileme", küçük düşürülmek değil de nedir?
Bu yazıyı yazarken özür dileme konusunda sosyal medyayı, çeşitli internet kaynaklarını taramaya çalıştım. Birçok yerde şu tür anlatımlarla karşılaştım:
"Özür dilemek erdem sayılsa da, asıl mesele özür dileyecek duruma düşmemek, özrü gerektirecek hatalar yapmamaktır." "Ralph Waldo Emerson, akıllı bir kimse, hiçbir zaman özür dilemek zorunda kalmaz, demiş. (İyi halt etmiş!)
* * *
İzin verirseniz üç ay önceki yazımdan kısa bir kopya çekmek istiyorum:
Birçok ülkede her gün defalarca telaffuz edilen, çoğunlukla gülümseyerek söylenen ve dinlenen, nezaketin en basit işareti kabul edilen özür, Türkiye’de küfürden daha seyrek dile gelir.
Özür dilemesini bilmeyen, onu bir zayıflık belirtisi olarak gören bir toplumdur bizimkisi. Özürden korkulur, ondan sakınılır bu topraklarda.
Hatta özür dileyene hakaret edilip bir de üzerine hoyratça keyiflenilen tek memlekettir belki de burası. “Pardon çıkalı eşekler (ayılar) çoğaldı” cümlesini - kim bilir nerede ve nasıl - yaratıp bağrına basmasını becerebilmiştir. (Mehmet Akif Ersoy’un bir eserinde “Nasıl ki çıktı bu pardon, eşeklik oldu mübah!” cümlesi geçer.)
* * *
Şu hiç hoşuma gitmeyen "özürlü" kelimesini bir kerelik kullanmak istiyorum: Özür dileme özürlü bir toplumuz biz.
Özür dilemeyiz. "Gurur meselesi" yaparız. Zayıf görünmek ve birilerinin eline "koz vermek" istemeyiz. Dilesek de genellikle gizlice ve beceriksizce yaparız bu işi. Ya karşımızdakini susturmak için bir şeyler mırıldanır konuyu derhal kapatırız. Ya da özür diledikten hemen sonra, "ama, fakat, lakin" hangi şartlardan dolayı "mecburen" öyle yaptığımızı ve "aslında" haklı olduğumuzu kanıtlamaya girişiriz. Birisi bizden özür dilerse de, onu "gerçekten de ne büyük hata yaptın; bunu nasıl söyleyebildin" gibi saldırı cümleleriyle iyice sopalar, af dilediğine bin pişman ederiz.
Özür dilemek yalnızca cesaret değil, aynı zamanda güçlü karakter ve sağlam ahlak gerektirir. İçten bir özür dileme girişimi, bir bakıma egonun sübabıdır. Özür dilenen kişilerin değerinin bizim egomuzdan daha önemli olduğunu kabul etmemizdir.
Sigmund Freud'un şu yaklaşımı ilginç değil mi: "Eğer samimiyetle davranılmışsa, özür dileme anı insanın en değerli hallerinden birisidir, tıpkı utanmak gibi."
Şimdi söyleyin, siz ne kadar sık özür diliyorsunuz? Ne kadar sık utanıyorsunuz?
Ya "yüce devletimiz" ve "uğrunda can feda" liderlerimiz ne kadar sık özür diliyor? En son ne zaman utandılar?
Ne diyorduk: "İsrail'e özür dilettik", değil mi? Harika! Rivayete göre, ABD Başkanı Barack Obama'nın da bu çorbada tuzu bulunmuş. Helal olsun adama! Geçen hafta buradan andığımız Amerikan vatandaşı Rachel Corrie'nin on yıl önce İsrail buldozeri tarafından ezilmesini bile sineye çekmiş, bütün gücüyle bize destek çıkmış! Ne güzel!
E, haliyle borsamız ve medyamız da havalara uçmuş. Uçmasın mı yani!..