16 Ekim 2011

Ne zaman ki canım sıkılır...

Ne zaman ki canım sıkılır, ruhum bunalır, alıp başımı gitmek isterim.

Ne zaman ki canım sıkılır, ruhum bunalır, alıp başımı gitmek isterim. Bana sıkıntı veren herkesten ve her şeyden kaçmak, uzaklaşmak gelir içimden.

Çoğu zaman yapamam bunu. Hayat içerden ve dışarıdan kuşatmıştır beni de, öteki milyonlarca insan gibi. Sabretmem gerekir. Zamanımı (bazen dakikalarımı, bazen de yıllarımı) yaldızlı anlamları giderek kuşkulu hale gelen “önemli” bir şeyler uğruna harcamak zorunda kalırım.

*      *      *

Ne zaman ki canım sıkılır, gözümün önüne upuzun bir yol gelir. O yolun sonu görünmez. Ama sağında ve solunda cennet misali bir sükunet vardır. Masmavi denizler çevreler bu yolu bazen. Bazen de sapsarı tarlalar. Dağlar ve ormanlar da eksik olmaz yolumun kenarından. Yıldızların  aydınlattığı gökyüzüne uzanan pırıltılı bir merdiven yükselir bir de.

İşte bu güzelliklere dalıp gitmek gelir içimden, canım sıkıldığında. Ölmeden cennete erişmeye çabalarım sanki. Hatta bazen öyle çekici görünür ki bütün bu güzellikler, bir an için orada ölsem bile pek fark etmeyeceği hissine gönüllü tutsak olmaktan keyif duyarım.

*      *      *

Ne zaman ki canım sıkılır, içimdeki bir ses bana kaçmamı, gitmemi fısıldar. Öteki ses ise kalıp direnmemi, hatta kavga etmemi haykırır. Haykırış, fısıltıya baskın çıkar genellikle ve beni ele geçirir. Kalırım. Direnirim. Kavga ederim.


Kavga ederken ne kılıcımı sakınırım, ne de gövdemi. Onun için hem kılıcımda çok kan izi vardır, hem de bedenimde sayısız yara izi. Her ikisinden dolayı da canım yanar sık sık. Ama aldırmıyor gibi yaparım. Çünkü bir kez daha haykırış, fısıltıya üstün gelir.

Zaman alıştırmıştır beni bu vuruşmalara, kılıcımdaki kanlara ve bedenimdeki yaralara. Bu alışkanlığın, beni o sonu olmayan aydınlık yoldan, masmavi denizlerden, sapsarı tarlalardan, dağlardan, ormanlardan ve yıldızlı gökyüzünden çok uzaklara fırlattığı kabusunu görüp uykumdan sıçrayarak uyanırım bazı geceler.

Kabusun puslarının gerisinde nice dostluk umutlarımın mezarları yatar… Terk ettiğim ve beni terk eden sevgililerden geriye kalan aşk hayallerinin sararmış hüznü… Ayrıldığım ya da atıldığım işlerden kalma sahte ve yapış yapış el sıkışma fotoğrafları… Halka hizmet yalanıyla ve kutsal amaçlarla tepemize inen bütün iktidarların paslı balyozları… Ve bir anda yabancılaşan akrabalardan, komşulardan, meslektaşlardan, iş ve okul arkadaşlarından geride kalan ne varsa…

*      *      *

Ne zaman ki canım sıkılır, bir yanım “yine kavga et” der, bir yanım “artık kaç git”

Adaletsizliğin bir kez daha küstahça saldırıya geçtiği haberi ne zaman ulaşsa beynime, savaş boruları öter bütün vücudumda. Kaslarım, damarlarım, bakışım, sesim değişir. Farklı bir salgı üretir alelacele geçimsiz bedenim. Ve mücadele alanına sürer beni.

O zaman içimdeki kavgadan kaçma çağrısını duymaz olur kulaklarım. Bazen kavga etmeden de kazanılabileceği veya kavganın her durumda yenilgi getirebileceği fikri aklıma girse bile ruhumdan taşar.

Kavgaya son verme yeminini ettikten kısa süre sonra, yine kavga ederken yakalarım aniden kendimi. Bir babanın yaramaz oğlunu kulağından tutup odasına tıkması gibi bir hamleye yeltenirim kendime doğru. Kaçmaya hazırlanırım. Ama karanlık bir cüsse (iktidar, otorite, baskı, para veya bir başka güç) hayatıma hoyrat bir omuz daha atar. Dengem alt üst olur yeniden.

*      *      *

Ne zaman ki canım sıkılır, kaçmak, uzaklaşmak isterim.

Kavgayla tükettiğim onca yıldan sonra kaçmak için pek fazla zamanım kalmamıştır, bilirim. Kavgadan vazgeçip kaçabilmek amacıyla içimde bir yerlerde gizlenmiş o sakin, mülayim, tavizkâr ve hatta korkak adamı ararım.

Gün gelir bu sakin, mülayim, tavizkâr ve korkak adamı ne kadar makul ve çekici bulduğuma şaşarım. O bana dinginliği anlatır, geçiciliği hatırlatır, anlamlı bulduğum her şeyi ölümle karşılaştırarak sıfırlar. Ne toz kondurmadığım gururum dayanır buna, ne başaramama ve küçük düşme kaygılarım. Çırılçıplak ve savunmasız kalırım.

Ona hak verir kederlenirim. Öyle anlarda, asi bildiğim ruhumun aslında şaşılacak kadar sakin, mülayim, tavizkâr ve korkak olduğunu düşünürüm. Acaba, derim, gerçek ben, bu muyum?..

Acaba içimdeki korkağı gizleme telaşıyla mı on yıllardır savaşır dururum?..

Ve sükuneti bulmak için o korkağın cazip hayalinin peşinde mi gitmeliyim? O mu götürecek beni o sonu olmayan aydınlık yola, masmavi denizlere, sapsarı tarlalara, dağlara, ormanlara ve yıldızlı gökyüzüne? O mu açacak kapalı gözlerimle tıkalı kulaklarımı?..

*      *      *

Ne zaman ki canım sıkılır, alıp başımı gitmek isterim. Tüm kavgalardan kurtulmayı, kan izleriyle kararan kılıcımı bir yana fırlatmayı, yüzlerce kavga sırasında aldığım yaraların hiç olmazsa bir kısmını tedavi ederek kalan zamanımı huzurla yaşamayı düşlerim.

Sakin adımlarla o sonu görünmez yola koyulup, masmavi denizlerle sapsarı tarlaları, dağları ve ormanları yararak ilerlemek, bazen de yıldızların aydınlattığı sınırsız bir merdivenden gökyüzüne tırmanmak isterim.

Bana sıkıntı veren herkesten ve her şeyden kaçmak, uzaklaşmak gelir içimden.

Beni en çok mutlu ettiğini söylemeye alıştığım işlere bile hevesim kalmaz böyle anlarda.

Yazı yazmak bile istemem…

Yazarın Diğer Yazıları

Cihatçılar Halep’e saldırdı, Rus basını Erdoğan’a ateş püskürdü

Rus Tsargrad sitesinin başlığı: Erdoğan Putin’i kandırdı: Kremlin suskun, Türkiye Cumhurbaşkanı yine ihanet yolunu seçti

Savaşın yayılma eğilimi Türkiye için bir tehdittir

Toprak ve insan hayatı: Ben ikincisini daha çok önemserim, siyasiler ise genellikle toprağı seçer

Hayat ve ölüm üzerine biraz karamsar bir yazı

Almodovar’ın ölümü kabullenmek konusunu işleyen Yandaki Oda filmi ve T24'ün bir haberi

"
"