Aşk...
Birileri onu yaşıyor...
Ötekiler merak ediyor...
Ama galiba aşkın ne olduğundan ziyade, onu yaşayanların hayatını, ilişkilerini, sırlarını...
Ünü dünyaya yayılmış bir erkeğin ve onun âşık olduğu kadının yaşadığı eve girdiğinizde –tavrınız ve sözleriniz nasıl olursa olsun– içinizi bir merak kemiriyor.
Bu merdivenlerde...
Bu kapının önünde...
Bu koridorda...
Bu mutfakta...
Bu odada...
Ve ötekilerde...
Neler gizli?..
Nâzım ve Vera’dan, onların aşkından neler sindi bu suskun duvarlara?
Eski eşyalar hangi sırları biliyor?
Müzeyi andıran evi renklendiren şu tabloların hafızasında sevgiye, huzura, kıskançlığa, pişmanlığa, şefkate, anlaşmazlığa, tutkuya ve yorgunluğa dair neler kazındı?
Bu soruların çekiciliği, biraz da onların cevapsızlığa mahkûm olmasında yatıyor.
* * *
Hangi tarihlerde ve kaç kez gittiğimi hatırlamıyorum; ama ben “Nâzım’ın evi”ne ilk kez gittiğimde o çoktan ayrılmıştı oradan.
Ölmek ayrılmaksa tabii...
Ama ev onun eviydi, birçok şey onun bıraktığı gibiydi.
Ve bu gerçekten heyecan vericiydi.
Merdivenlerde onun bir şiirinde aktardığı kaygısı aklıma düşmüştü ister istemez; sahi öldükten sonra nasıl indirilmişti aşağıya...
Kapıda, onun son anlarında elindeki gazetelerle buraya bir yere nasıl düştüğünü ve son nefesini vermeden ne yaptığını hayal etmeye çalışmıştım.
Mutfağında “Sovyet işi mutfak sohbetlerinde” attığı kahkahaları duymayı denemiştim.
Daktilosunu görünce – sanki Nâzım’ın yeteneğine ortak birini görmüş gibi – önünde saygıyla eğilmeyi aklımdan geçirmiş, ama hemen vazgeçmiştim.
Salonda, genellikle başımın hemen yanında veya arkasında kalan beyaz büst, bana aşkı düşündürmüştü; işte şairin "ölümüne" sevdiği kadının ölümsüz büstü...
Ve karşımda o büstün ölümlü modelini canlı olarak görmek, misafirliğin en heyecan verici anlarıydı...
Karşımda Vera oturuyordu...
Vera...
Sadece Vera...
Vera Tulyakova değil...
Vera Tulyakova-Hikmet değil...
Vera Vladimirovna bile değil (bir keresinde ona öyle seslenmiştim; Rusya’daki yaygın usulüne göre, baba adıyla birlikte; bana “Boş ver bu hitabı, Hakan. Ben sizin Vera’nızım”, demişti).
“Bizim Veramız”...
“Bizim Nâzım’ımızın Vera’sı”...
Nâzım’ın anısını yaşatmak için yıllar boyunca birçok şey yapan, öldüğünde de sevdiği adamın başının ucunda kıvrılıp yatan güzel kadın...
* * *
Vera gerçekten güzeldi.
Yüzü, gözleri, özellikle de dudakları...
Bir keresinde ona dikkatle ve hayranlıkla bakarken, kimseye belli etmeden kendi kendime utanıp çekinmiştim: Nâzım burada olsaydı, âşık olduğu kadına bir erkeğin bu kadar dikkatle ve hayranlıkla bakmasına kızar mıydı acaba?
Odaya sinmiş bir “aşk ve kıskançlık enerjisi” miydi yüzüme çarpan? Yoksa sadece benim aptal bir korkaklığım mı?
Belki de Nâzım gitmemişti tümüyle?..
Bir de sesi çok hoştu Vera’nın. Onu dinlerken kadifeden bir huzur hissederdiniz.
Çok sohbet ettik onunla, çok dertleştik.
Tartıştığımız da oldu (“Nâzım olsaydı şöyle düşünür böyle yapardı” dediğinde onu anlamaya gayret eder, ama katılmazdım), sustuğumuz da birlikte...
Nâzım için birlikte neler yapabileceğimizi de konuştuk.
Ben Moskova’daki 20 yıllık bir geleneği, kitlesel “3 Haziran Nâzım Hikmet anma etkinlikleri”ni başlatanlardanım. Ve ilk 13 yılın aralıksız organizatörü.
2000 yılındaki anma törenleri çok özel ve önemliydi.
Nâzım’ı kendine göre anlama ve ona sahip çıkarken şaire tutkun olan başkalarıyla bir araya gelmeme eğiliminde olan, farklı yaklaşımlardan ve siyasetlerden oldukça kalabalık bir kitleyi bir araya getirmiştik o yıl.
İlk kez Türkiye devleti adına dönemin Moskova Büyükelçisi Nabi Şensoy’un etkinliklerde aramızda olması da kıymetli bir adımdı.
Ve Vera da gelmişti, o da katılmıştı o yıl bize.
Daha önceleri gelmek istemiyordu bu kalabalık etkinliklere.
Onu ikna etmek için evine gittiğimde beni kibarca reddetmişti ilkin.
Uzun uzun konuşmuştuk.
Düşüneceğini söylemişti en son.
Onu ikna edenlerden biri olmak beni mutlu etti.
Ve onun “kendine en yakın bulduğu Türklerden biri olmak” onur verdi bana.
İyi ki katıldı aramıza 3 Haziran 2000’de.
Bir yıl sonra yaşamıyordu çünkü.
* * *
Vera’nın kitlesel Nâzım etkinliğine katılmakta tereddüt etmesinin nedenini merak etmiş olabilirsiniz.
Şairin okurlarına, sevenlerine kapısına hep açık tuttu Vera.
Anısını, evini, eserlerini korudu; dostlarını ağırlamaktan hiç geri kalmadı (Türkiye’den, Almanya’dan vb. gelip eve “çat kapı” uğrayanlar az değildi; ama orası müze değildi ki, orada Vera, kızı ve torunu yaşıyordu).
Bütün bunlara rağmen herkes Vera’nın kıymetini bilemedi.
“Nâzım’a sahip çıkma” duygusunu abartarak şairin eşleri ve aşkları arasında tercih yapma ve bazılarına karşı tavır alma gibi ölçüsüz bir tutuma girme cüretini gösterenler oldu.
Düşünsenize:
"Nâzım’ın duyguları çok güçlü! Kelimeleri harika! Ama kadınlardan bazıları..."
Durun bakalım orada! Size ne! Kime ne!
Bırakın "Nâzım adına" onun kadınlarını (kadınlarından bazılarını) eleştirmeyi, karalamayı, "taraf tutmayı", “müdahale etmeyi”!
Şairi çok seviyor, onu ve eserlerini çok iyi biliyor, hatta kendisini tanıyor olsanız bile, bu sizin Nâzım'ın üzerinde bir hakkınız olduğu anlamına gelmez. Olsa olsa, tersine, onun ve eserlerinin sizin üzerinizde hakkı vardır...
Mesela, şu şiiri:
"Gelsene dedi bana,
Kalsana dedi bana,
Gülsene dedi bana,
Ölsene dedi bana...
Geldim,
Kaldım,
Güldüm,
Öldüm..."
Ne kadar "ölümüne" bir aşk, değil mi?
Ve ne kadar yürek yarası kelimeler?..
İyi ki aşk vardı.
İyi ki Vera vardı.
İyi ki Nâzım vardı.
Ve iyi ki şiirleri vardı Nâzım’ın (sadece “kavga şiirleri” değil, “aşk şiirleri” de).
Nâzım’ın evinde Vera’nın misafiri olduğum zamanlarda, en çok aralarında yaşanan ve şiirlere ilham veren aşkın izlerini merak ettim.
Merdivenlerde, kapının önünde, koridorda, mutfakta, odalarda o ölümsüz duygudan nelerin gizli olduğunu...