Yılbaşı mesajlarındaki onca sağlık ve esenlik dileğine inat, yılın ilk günü hastalanmayı başardım. Sonraki 2-3 günü, geceleri iyi uyuyamamakla, gündüzleri de televizyon karşısında uyuklamakla geçirdim.
Bir taraftan bulanık zihnimde, eskiden kalma bir alışkanlıkla, geçen yılın muhasebesini yapmaya çalışırken, diğer taraftan - her uyandığımda, ya da uyandığımı sandığımda - memleketin biraz daha kötüye gittiği hissine kapılıyordum.
Birçok kez "önemli şahsiyetler"in demeçlerine denk geldim. Onları dinlerken hastalığımın şiddetle arttığı duygusuna kapıldım.
Her seferinde uzaktan kumandaya uzanamadan kendimden geçtim. Ter içinde uyandığımda, sıradaki - her kimse artık - aynı korkunç demeçlerden birini daha veriyordu.
Bu benim memleketimdi işte! Her durumda canımdan çok sevmem gereken vatanım! Havasına suyuna, taşına toprağına kurban olunası ülkem!..
Bir an panikledim. Hemen kendimi toplayamazsam nefessiz kalacağım hissine kapıldım. Kurtuluş yolum yine aynı aptal kutusundan geçiyordu. Ona el koyarak kendi hayatıma sahip çıkmış olacaktım.
Düşünsenize, "normal hayatta" evime asla sokmayacağım bir sürü çirkin ve sahtekâr adam, ekrandan yapış yapış odama damlıyordu.
Gücümü toplayarak kumandaya eriştim. Sadece kanalı değil, uyduyu da değiştirdim.
* * *
Rus tv kanallarında saatlerce eski Sovyet filmleri seyrettim. Bazılarını belki de onuncu, hatta yirminci kez seyrediyordum. Ve içimde hep aynı tertemiz kıpırtılar canlanıyordu.
İşte Sovyetler'in ölümsüz klasiği Kaderin Cilvesi Veya Sıhhatler Olsun filminde naif bir yılbaşı-sarhoşluk hikâyesinden doğan sürpriz aşk! Her şey o kadar basit, duygular öylesine "su katılmamış" ki...
Acaba mesele böylesine basit ve naif olma(ma)kta mı? Bugün en güçlü duygular bile alengirli ve ağdalı anlatımlar olmadan kolay kolay kabul görmüyor sanki.
Yoksa bütün "sır", bu modası geçen filmlerin ve müziklerin bana gençliğimi hatırlatmasında mı?
Giderek uzaklaşan gençlik anılarımını tazelemeye çalıştım bir kez daha. Nâzım'ın şiirinden hüzünlü bir soru geldi aklıma:
"Memleket mi, yıldızlar mı, gençliğim mi daha uzak?"
İlk bakışta, uzaklığı en kuşku götürmez gibi duranı yıldızlar, değil mi?..
Gençliğimin uzaklaşması, şu an bana en "yakıcı" gelen gerçek.
O dizelerin Nâzımı, Moskova'da, karlı kayın ormanlarının içindeydi ve uzak memleketine hasretini haykırıyordu.
Bense şimdi Moskova'dan ve karlı kayın ormanlarından kalkıp geldiğim ve içine karıştığım memleketimi giderek kaybediyorum. Burada her şey o kadar kokuşmuş, o kadar pisletilmiş ve paylaşılmış ki...
Kim bilir, belki de artık en yakın olan yıldızlardır...
* * *
Son günlerde birkaç okur mesajı geldi. Kibarca yazdıklarının özeti şuydu: Nereye kayboldun be adam! Neden kaç gündür yazmıyorsun?
Ah, evet, ben gazeteciydim, değil mi? Köşe yazarı hem de? Olanı biteni anlayan ve yorumlarıyla anlatan? Yazılar yazan?
O yazılar ki, bazen yazması ya da okuması henüz bitirilmeden kirli senaryolara göre yeni bir sahne başlayıveriyor.
Şu halimize bakın, birbirlerine karşı yıllarca sinsi tuzaklar kurarak öpüşe koklaşa kol kola yürüyen iki tehlikeli güç, tepişmeye başlamış... Yarın, hatta bugün, birkaç dakika sonra nasıl bir skandalla karşılaşacağımızı bilmeden yaşıyoruz.
Ve "yesinler birbirlerini" ile "şimdi sırası değil" mızmızlığı arasında bunların topuna karşı ciddi bir kitlesel direnişin d'si yok ortada.
Bu şartlarda (hele bir de hastalık varken başımda) yazı yazmak... Mesela, şu Suriye'ye yollanan dokunulmaz-aranılmaz TIR hakkında... Her şey böylesine ortadayken... Çiçeği burnunda (solan) Bakan "geçiştirme cümlesi"nden hemen sonra bize küfürden bin beterini söylerken: "Herkes işini bilecek. Siz içini biliyor musunuz?'' Hukukun ne "içerdeki" takılırken, ne de uluslararası olanı.
Yazı yazmak gelmedi içimden. Fırıncının ekmekten, manavın sebzeden usandığı anlar olmaz mı? Ya da yıllarca yaptığı işin bir yerinde basireti bağlanmaz mı?
* * *
Hastalık da çok özel bir ruh hali doğrusu. Bazen abartıp umutsuzluğa çark ediyorsun. Bazen de iyi ve iyimserken geçiştirdiğin gerçeklerin gözüne korkmadan bakabiliyorsun.
Toplumumuzun önemli bölümü sevgisiz insanlardan oluşuyor. Sevgisiz ve şefkatsiz...
Her şeyi bildiğini sanan, egoları fazlasıyla kabarık, ama düşünce ve duyguları pek bir yüzeysel olan insanlar...
Bilmeden yorumlayan, anlamadan inanan insanlar...
Ve yüzyıllardır bu topraklarda sürüp giden zorbalık düzeni... Kula kulluk, acımasızlık, kalleşlik, kumpasçılık kültürü...
Sadece kendi geçmişim, bizzat görüp yaşadıklarım, 70'li yıllara kadar geri sarınca, bunlardan o kadar çok örnekle dolu ki...
Kimi zaman uyandığım bazı sabahların 70'li veya 80'li yıllardan ödünç alındığını sandığım oluyor.
Şöyle bir fark var yalnızca: O zamanlar aynadan bana bakan delikanlı, karşılaştığı bütün sorunların mutlaka çözüleceğinden, "güneşli güzel günler" göreceğimizden bir an olsun kuşku duymuyordu.
Şimdi ise aynadan görüntüsü yansıyan yaşlı adam, hâlâ eski bir inatçı sesle "mücadele" diyor demesine; ancak yolun sonundaki zafere geçmişteki gibi inan(a)mıyor.
Bu konuda kendisiyle tartışmak isteyen gençlere ve ruhu genç kalanlara ise gülümseyerek Özdemir Asaf'ın dizelerini okuyor yalnızca:
"Kaybedeceğini bile bile neden mücadele ediyorsun dedi.
Öleceğini bile bile yaşadığını unutmuştu o an...
Bozmadım."
@AksayHakan