Dün akşam T24’te, Vatan yazarı Mutlu’nun Diyarbakır Belediye Başkanı Baydemir’e yönelik yazısıyla ilgili olarak, “seviyenin nereye düştüğü” konusunda eleştirel, ama epeyce açık bir dille ifade edilen başlığı gördüğümde bir süre şaşkınlık geçirdim. Haberi ve Mutlu’nun yazısını okudum. Merakla T24’ün ve Vatan’ın okur yorumlarına baktım.
Oturduğum koltukta geriye doğru yaslanıp bir soluklandım. Sigara içen biri olsaydım şimdi tellendirmenin tam sırasıydı, bir fırsat daha kaçırdım, diye düşündüm.
Gündüz okuyamadığım gazeteleri elime aldım. Habertürk’te Balçiçek İlter’in köşe yazısının başlığıyla çarpıldım bu kez: “Orospu!” Balçiçek, yazısına İbrahim Tatlıses adındaki sanat ve kültür temsilcimizin, 10 yaşındaki hayranına “küçük o…” demesiyle başlıyor, ardından birçok başka yaraya parmak basıyordu.
Tatlıses’ten çıkan tatsız seslerden biri de Bakan Günay’a yönelik olarak söylediği “Allah sizin belanızı verecek” esprisi (!) imiş.
* * *
Olayın geçtiği salonu ve sahneyi kafamda canlandırmaya çalıştım. Kafamdaki senaryonun gelişiminde her şey çok sevimsizdi, ama en kötüsü neydi biliyor musunuz?
Tatlıses adındaki sanatçının çocuğa şakacıktan “küçük o…” demesinden ve Bakan’a yine şakacıktan “Allah sizin belanızı verecek” demesinden sonra, oradaki birçok kişinin güldüğünü gördüm hayalimde. Kimi hayasızca, kimi utangaçça, kimisi yan gözle süzdüğü Tatlıses’in ve Bakan’ın tepkilerine kendini teslim edecek kişiliksizlikle gülüyordu. Eminim buna…
Neden gülüyorlardı acaba?
Tatlıses’i “olduğu gibi kabul etmek” miydi mesele?
Yani bu adam kadın dövebilir, birilerini vurdurabilir, küfredebilir… İçtendir ama… Onu olduğu gibi kabul etmek gerekir. Öyle mi?
Bu hoşgörü neyin karşılığında? Adam iyi türkü söylüyor, o mu affettiriyor bütün hatalarını?
Yoksa insanların gülmelerinin sebebi, kabalıktan ve küfürden hoşlanıyor olmaları mıydı acaba?
Küfür ve argo, dilin zenginliklerinden biri sayılıyor. Söylenen kısacık bir kelime, bir tamlama, bir deyim hedefi öylesine vuruyor ki, hem hedef hem de çevresindekiler bir anda yerlere serilebiliyor.
Ve “işte böyle konuşmak” belagat sanatının incelikleri arasında sayılıyor.
Arkasında derin bir felsefenin yattığı bir ifade değil…
Kültürel birikimin izlerini taşıyan bir benzetme değil…
Edebi bir eserden veya bir filmden alıntı hiç değil…
Bütün bunlar okumak ister, kendini eğitmek ister, düşünmek ve özümsemek ister…
Zor iş!.. Zor ve sıkıcı!..
* * *
Küfür ve argo, daha çok “sokak üniversitelerini bitirmekle”, ya da en azından “halkın nabzını iyi tutmakla” övünen insanların tutkusu. Bu arkadaşlar, öyle “entel dantel” laflarla uğraşmıyorlar, koydular mı oturtuyorlar!..
Ama “ağzını bozan sadece eğitimsiz olandır” gibi bir iddiayı öne sürebilir miyiz? Elbette hayır.
Mustafa Mutlu aydın değil mi? Aydııın… Ama o, siyasal amaca kilitlenmiş olduğu için “hastir”, “… mum diktir” gibi seviyesiz anlatımlardan rahatsız olmuyor, hatta onları “mübah” sayıyor.
Oysa düzeyi koruyarak da eleştirel, hatta çok sert yazılabilir.
Başka gazetelere de bakabiliriz. En muhafazakârından en reformcu-liberaline kadar bir acımasızlık, bir aşağılama ve hakaret düşkünlüğü...
“Yavşak”, “yumuşak”, “şerefsiz”, “hain”… Devam etmeyeyim daha iyi.
Siyasi partilerimiz birbirlerine söverek oy potansiyelini arttırıyor.Liderler birbirlerine saydırıyorlar ve halk kenardan zevkle izliyor. Öteki politikacılar da aynısını yapıyor. Farklı görüşlerden gazeteciler de.
İnternet siteleri, “kim, kime, nasıl ve kaç kez çaktı” habercikleriyle dolu. Televizyonlar “horoz dövüşü” tipinde programlarla reyting peşinde. Diyalog yok, hatta polemik bile yok, ağız dalaşı ve laf sokmaca var…
* * *
Bu kültürsüzlük giderek cazipleşiyor ve yaygınlaşıyor.
Yaşadığımız referandum süreci, hakaretlerin daha da sıradanlaştığı bir süreç oldu. Sövgünün bini bir paraydı!
Nezaket diye bir şey yok artık. Kabalık hem doğal sayılıyor, hem de sonuç alıcı.
Kimse kendine benzemeyene hoşgörü göstermiyor; her ihtimale karşı farklı olana haddini bildirmek için sağlı sollu girişiyor.
Doğrusu bu koşullarda kendini, dilini, ahlakını korumak çok zor. Kabalık öylesine çekici ve kolay ki. Üstelik bir de “kötü adamı kendi silahıyla vurma” arzumuz var ya…
Bir düşünün: Karşı şeritten gelen araba hatalı sollama yapıp üzerinize doğru ilerlerse, ya çarpışma olmasın diye – haklı olsanız bile - kenara çekilmeniz gerekir; ya da siz de aynı şekilde onun üzerine sürersiniz. Sonucu söylemeye gerek var mı?