Gece yarısı. Ya da sabaha karşı. Kapı yumruklanıyor. Yatağımdan fırlıyorum. Geldiler işte! Hep böyle yapmıyorlar mı zaten? İnsan uyurken, ansızın; uykunun masumiyetiyle baskının merhametsizliği arasındaki karşıtlığı vurgulamaktan canice bir zevk alır gibi...
Hızla toparlanmaya çalışıyorum. Kaçmam lazım! Yakalanırsam yıllarca hapis yatabilirim. Ya da işkencede öldürülebilirim. Kapı açıldı. Veya kırıldı. Ayak sesleri tankların palet sesleri gibi. Hızla yaklaşıyor. Tek çare pencereden atlamak. Atlıyorum. Uzunca bir süre boşlukta düşüyorum. En son hatırladığım, derin bir uçurumun dibine doğru uçtuğum. Sonra...
Sonra sıçrayarak uyanıyorum. Ter içindeyim. Gözlerimden yaşlar süzülüyor. Galiba bağırdım da az önce. Tarifsiz bir panik içindeyim. Korku demeye dilim varmıyor. Ama korku bu. Bir soluk gerisinde yüklü bir nefreti taşıyan bitmez tükenmez bir korku...
Yatakta yalnızsam, bu kâbusun ardından kolay kolay uyuyamayacağımı bildiğimden kalkıyorum. Eğer yalnız değilsem yanımdaki uyku, heyecan ve merak dolu gözlere bakmaktan kaçınarak "Rüyanda ne gördün?" sorusuna kaçamak cevaplar veriyorum. Onu daha fazla rahatsız etmemek için tekrar uykuya dalacağımı sanmasını istiyorum. Yavaşça sırtımı dönüyorum. Ve ona hiçbir zaman tam olarak anlatamayacağım korkularımı, mücadelemi, hayatımı düşünüyorum bir kez daha. Zaten anlatmayı denesem de ne kadar anlayabilir ki? Onun doğup büyüdüğü ülke ve içinde yaşadığı şartlar öylesine farklı ki...
* * *
Yaklaşık 40 yıl önce başladı bu korku. Polis korkusu! İşkence korkusu! Hapis korkusu!
70'li yılların ortaları. Devrimcilik idealinin filizlendiği dönem. Kitaplar, tartışmalar, ilk eylemler...
"Yaşım tutmadığı için" siyasi bir dernekte bulunmaktan dolayı gözaltına alınmam ve yine aynı nedenle bırakılmam... Bırakılma öncesi "yediğim" ağız dolusu polis küfürü. O küfürlere cevap veremediğim için yaralanan gururum, bu yüzden kendime darılmam...
Sonra ilk kavga, ilk kurşunlanma, her zaman yanımda olacağına inandığım bazı arkadaşlarımı kaybetmenin ilk şoku... Ardından daha kararlı ve cesur eylemler... Ölüme meydan okuyarak silahların üzerine yürüyen genç ve pervasız cesaretin üzerini örttüğü o iğrenç ve sinsi korku: Polis ve yakalanma korkusu...
Derken 12 Eylül... Baskınlar, tutuklamalar, işkenceler, idamlar... Ve "sabaha karşı polis baskını" rüyasının giderek sıklaşması...
Ardından Sovyetler Birliği'ne gidişim. Bir yanda geride bıraktıklarımın acısı, diğer yanda özgür bir ortamda soluklanma şansım... Buna rağmen birkaç yıl daha inatla beni terk etmeyen o kâbus... Polisten kaçarken düştüğüm uçurumda uzun süre uçtuktan sonra sıçrayarak uyanmam. O dönemki bazı kız arkadaşlarımın bunu "anlayışla karşılaması", bazılarının "bir doktora görünme" tavsiyesi...
* * *
1 Mayıs... 1982, 83, 84, 85... Kişinev, Leningrad, Novosibirsk, Moskova... Balonlar ve bayraklar, marşlar ve türküler, çiçekler ve kucaklaşmalar... Gerçek bir bayram...
Bayram gecelerinde ve törenlerde yapılan kutlama konuşmaları, SBKP ve Komsomol ajitatörlerinin ideolojik mesajları... Alkışlar, sloganlar... Bazen beni zor durumda bırakan ricalar:
- Bir de aramızdaki Türk yoldaş anlatsın, 1 Mayıs'ın Türkiye'de ne anlama geldiğini!..
Bazen banal siyasi kelimeler, bazen de şakalar yardımıyla cevap vermekten kaçışlarım... Bir keresinde hiçbir şey düşünmeden elime aldığım mikrofona içimi döküşüm:
- 1976'da evden kaçarak 1 Mayıs mitingine gitmiştim. Rastgele bir yerden yürüyüşçülere katılmak istedim. İşçiler beni yakaladılar. Kortej disiplinini bozmuşum. Birkaç saniyelik sorgudan sonra gülerek beni aralarına aldılar.
- 1977. Gençlik derneği... Okulda öğrenci liderliği... 1 Mayıs'a getirdiğim yeni arkadaşlar... Marşlar, türküler... Sonra silah sesleri ve panik... Alandan uzaklaşmaya çalışırken gördüğüm ve asla unutamayacağım sahipsiz ayakkabılarla gözlükler... Polisten kaçarken duyduğum o korkunç cümle: "Çok ölü varmış!"
- Sonraki 1 Mayıslar... Yine yasaklar... Yine devlet baskısı, yine polis korkusu ve yine direniş...
"Direniş!", sözü devralıyor bir Sovyet yoldaş, "bizde bayram, sizde kavga, kan ve direniş! Ne kadar garip!"
"Nasıl olur!", diye tiz bir ses yükseliyor arka sıralardan; çelimsiz, kızıl saçlı, çilli bir kız tüm doğallığıyla insani tepkisini haykırıyor:
- 1 Mayıs sadece bir bayramdır! Yalnızca bir tören bu; ne var yasaklayacak, ne var korkacak?..
* * *
70'li yıllar ve 80'li yıllar geride kaldı. Sonra 90'lı yılları yaşadık. Ardından "milenyum" coşkusu ile yeni binyıla girdik. Geldik ta 2014'e.
Demireller, Ecevitler, Evrenler, Yılmazlar, Çillerler, hepsi geride kaldı. Şimdi sıra Erdoğan'da. Devlet aynı devlet... Yine 1 Mayıs gerginliği... Resmî ağızlardan yine dayılanma, tehdit, yasaklama... Yine polisi bayram meydanlarına yığma... Yine ölme, yaralanma, gözaltına alınma ihtimalleri... Yine bayram yerine kavga, yine baskı, yine direniş...
Arkadaşımla konuşuyoruz dün. 1 Mayıs'ta oğlu ve kızı Taksim'e gidecekmiş. "Ben de gideceğim", diyor, "onları yalnız bırakamam". Fırsat bulmuşken ona bir kere daha takılıyorum:
- Polis saldırsa onlar genç, kaçarlar. Ya sen, bu ihtiyar halinle ve koca göbeğinle koşabilecek misin?..
Önce gülüyor. Sonra susup uzaklara dalıyor. Ben de sessizce ona eşlik ediyorum.
Gençliğimiz geldi ve geçti. Biz yaşlandık. Şimdi çocuklarımız meydanlara çıkıyor. Devlet aynı devlet; mutlaka "memleketin asıl sahibi" olduğunu hatırlatacak, illaki korkutacak, gerekirse kan kusturacak işçilere, gençlere, aydınlara...
Oysa yıllar öncesinde kaybolup giden o kızıl saçlı çilli kızın hâlâ kulaklarımda çınlayan tiz sesiyle dediği gibi:
- 1 Mayıs sadece bir bayramdır! Yalnızca bir tören bu; ne var yasaklayacak, ne var korkacak?..
@AksayHakan