Tayyip Erdoğan’ın gençlik ve çocukluk yıllarını bilen var mı?
Kasımpaşa’dan falan onu tanıyan?
İçtenlikle merak ettiğim bir şey var.
Erdoğan, malum, kavgadan korkmayan biri, hatta sevdiği bile söylenebilir.
Televizyon ekranından onun birilerini dövecek kadar sinirlendiğini, söz yerine kas gücünü kullanmak istediğini gördüğümüz oldu.
Acaba, diyorum, çocukluğunda ve gençliğinde sık kavga eder miydi?
Ve nasıl kavga ederdi?
Bu son sorum anlaşılmamış olabilir.
Açıklayacağım.
* * *
Çocukluğum Adana’da geçti.
Erkek çocukları kendilerini çocuk değil erkek olarak görmeye ve göstermeye çalışırdı.
Çoğu daha ufacıkken anlamını iyi bilmedikleri ya da beceremeyecekleri fiillerle söverek yetişkin “erkek” havası atmaya meraklı olurdu.
Bir de “erkeklik” kelimesi, mertlik, cesaret, dürüstlük yerine geçerdi.
Mesela, kavga edeceksen – ki kavga da erkekliğin şanındandı – “erkekçe” kavga edeceksin.
Ne demek “erkekçe kavga etmek”?
Bir kere teke tek kavga edeceksin.
Bir çocuğun üzerine birden fazlası gitmeyecek.
Küçük sınıflardan bir çocuğa büyük sınıflardan kimse posta koymayacak.
Şimdiki fiyakalı söylemiyle “orantısız güç” kullanılmayacak.
Ayrıca aniden çelme takmayacaksın, duvarın ya da ağacın arkasından çıkıp saldırmayacaksın, yalan söyleyip tuzak kurmayacaksın.
Biz eşit olanların dövüşünden yanaydık ve bu durumda ne olursa olsun sonucu kabul ederdik.
Dövüşün de bir “namus”u vardı ve kurallara uymaktan geçerdi.
Bizim “erkekçe kavga” anlayışımız buydu. Mertlik buydu.
Öbür türlüsü erkeklik değildi, kalleşlikti.
* * *
İstanbul'a geldiğimde bu kurala pek uyulmadığını gördüm.
Bir yakınım arkadaşıyla gezerken “düşman” saydığı birini gördüklerini, aralarından birinin onunla kavga ederken diğerinin kenarda beklediğini anlatmıştı. Hikâyenin sonu acıklıydı: “Düşman”ın 6-7 arkadaşı ortaya çıkmış ve bu ikisini iyice benzetmişler.
1980 darbesi arifesinde sol görüşlü arkadaşlar hep birlikte İstanbul Üniversitesi'ne gidiyorduk. Aniden bir genç önümüze çıktı. Arkadaşların çoğu, onun üzerine çullandı. Yumruklar, tekmeler... Ben ne olduğunu hemen anlayamasam da karşı çıkmaya çalıştım. Ve sert bir azar yedim:
“Bunun gibiler kaç arkadaşımızı vurdu, biliyor musun sen?..”
Sustum. Ama bu sahne içime sinmedi. Ne olursa olsun, bu yapılan mertçe değildi.
Sonraki yıllarda başka "kalleşlikler" de gördüm. Dernek ve partilerde farklı görüşleri savunanların, yönetimin gücüyle nasıl "etkisiz" hale getirildiğini yaşadım.
* * *
Belki hatırlarsınız, 2014 1 Mayısı'nda, Mecidiyeköy'de on kadar çevik kuvvet polisinin gözaltına almaya çalıştıkları adam, bir taraftan var gücüyle direniyor, bir taraftan da bağırıyordu:
“Yiğitseniz teker teker gelin lan!..”
Ama “yiğitlik”, “mertlik”, “erkeklik” falan yoktu bu konularda.
Bu yıl yine binlerce insan Taksim Meydanı’na girmesin diye 20 bin polis oraya yerleştirilirken de kimse böyle düşünmüyordu.
Üstelik onların hepsinin yasal silahları vardı. Dahası seni dövdüklerinde karşı koymaya çalışsan bile suç işlemiş sayılabilirdin. Kuzu kuzu yiyecektin dayağını.
Bütün muhalif mitingler ve gösterilerle ilgili olarak da bu tür kurallar geçerliydi.
* * *
Bugün devam etmekte olan seçim kampanyasında da “eşitlik”, “mertlik” falan aramayın.
Bir yandan zengin ve devlet gücüyle beslenen dev gibi bir parti...
Başbakanıyla, bakanlarıyla, resmî görevlileriyle, bütün kurumlarıyla, uçaklarıyla, arabalarıyla, kasalara-kutulara sığmayan bütçeleriyle, TRT ve yandaş medya kıyaklarıyla...
Onların hemen yanında kocaman gölgesiyle "tarafsız" Cumhurbaşkanı sahaya inmiş, elinde Kuran, dilinde çeşit çeşit söylemler...
“Tabii ben Cumhurbaşkanıyım. Bütün partilere eşit mesafedeyim. Ama gönlümde yatan bir parti var; o ayrı konu! Ben tarafım. Milletin tarafındayım milletiiiin!..”
Ve her şeye karşın mücadelesini sürdürmeye çalışan muhalefetin gırtlağına, iktidar ahtapotunun her bir kolu ayrı bir yandan yapışıyor.
Haydi sen mertlik ara bu işte!
Yasalar önünde eşitlik ara!
Vicdan ve adalet ara!
* * *
Ben yine ilkokulu hatırlıyorum.
“Küçüklere sataşmak yok!”
“Tek kişiye 2-3 kişi girişmek yok!”
“Tuzak kurmak yok!”
Acaba Tayyip Erdoğan’ın çocukluğunda ve gençliğinde bu tür kurallar var mıydı?
Yoksa kazanmak için her şeyi yapmak o zamanlar da doğal mıydı?
Herhalde bizim Adana’da içtiğimiz andımız Kasımpaşa sabahlarında da yankılanırdı:
"Türküm. Doğruyum. Çalışkanım. Yasam, küçüklerimi korumak..."
Küçükleri, güçsüzleri, sayıca az olanları korumak gerekiyordu.
"Türk olmanın" gereği buydu...
Acaba?..
Belki de hiç ilgisi yoktu.
Mertlik, Türk olmanın genetik bir sonucu değildi belki de...
* * *
Elbette tarihimiz "nice kahramanlıklar" ile doluydu... Ama sayısız entrika, tuzak ve kalleşlikler de vardı aynı tarihin içinde...
Muhteşem Yüzyıl'la tarihimizi hatırladık; Kanuni Sultan Süleyman'ın Pargalı İbrahim'i ve oğlu Şehzade Mustafa'yı nasıl öldürttüğünü izledik.
Her ikisi de, ansızın içine düşürüldükleri tuzaklarla ve kalabalık saldırganlar eliyle katledildi. Kalleşçe...
Bizde böyle bu işler...
Düello birçok ülkede mertçe vuruşma biçimi olarak yaygınlaşmış.
Bizde kabul görmemiş...
Bizde adım başı pusu kurma, gafil avlama, sırtından bıçaklama...
Yasalar ve vicdan öyleymiş veya böyleymiş, bırak bunları usta!
Amaca giden yolda her şey mübah!
Elimizde ne varsa her şeyi kullanarak çullanalım üzerlerine!
Bir elimize Kuran alalım, ötekine bayrağımızı!
Dilimizde kalabalık kulakları okşayan parıltılı kelimeler...
"Türküm. Doğruyum. Çalışkanım. Yasam, küçüklerimi korumak..."
@AksayHakan