İyi hatırlıyorum, o kara haberi aldığımızda perşembeydi. O yıllarda kanlı haberler almaya alışmıştık. Ama o, bizi en fazla etkileyenlerden biriydi. En büyük öğrenci katliamıydı. Yedi genç hayatını kaybetmişti, 40’ı aşkını yaralanmıştı. İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi önünde patlayan bomba, bütün Türkiye’yi kana boyamıştı.
İyi hatırlıyorum, o gün günlerden perşembeydi. Bundan tam 34 yıl önceydi. Kanlı 1 Mayıs’tan 10,5 ay sonraydı. Liseyi bitirmeme birkaç ay vardı. “Huzurunu bozduğumuz” kolejimizin “huzursuzluklar nedeniyle” kapatılmasına az kalmıştı. “Türkiye’nin en büyük gazetesi”nin ilk sayfasında “Okulda anarşi işte böyle başlar” manşetiyle boy göstermemden 27 gün öncesiydi. Birkaç ay içinde “kâğıt üzerinde” öğrencisi olacağım İstanbul Üniversitesi’yle birlikte hepimizi vurdu o bomba, havaya uçurdu, parçaladı sanki. Ve bir başka yedi canın alınacağı Bahçelievler katliamına yaklaşık 7 ay kalmıştı. Askerî darbeye ise 2,5 yıl. Koşar adım yurtdışına çıkmama 3,5 yıl…
İyi hatırlıyorum, perşembeydi o gün. Aradan geçen üç gün acımızı yatıştıramamış, tersine yüreklerimizi iyice dağlamıştı; pazartesi günü bütün ülke çapında protestolar yapılmıştı; “20 Mart Faşizme İhtar Eylemi” idi adı. Okulda hafta başlarına özgü “bayrak töreni” sırasında 16 Mart’la ilgili bir konuşma yapmak için kürsüye çıkmıştım. Sesim tok, konuşmam sertti, ama bacaklarımın titremesine engel olamıyordum ve bunun başkalarınca fark edilmesinden çok çekiniyordum.
* * *
34 yıl geçti. O gün “Unutmayacağız!”, “Unutulmayacaklar!” diye haykırıyorduk. Ama pek çok kişiyle birlikte onları da unuttuk işte. Belki yılda bir hatırlıyoruz 16 Mart katliamını. Kurbanların isimleri ise hafızalarımızdan silindi gitti neredeyse: Abdullah Şimşek, Baki Ekiz, Cemil Sönmez, Hamit Akıl, Hatice Özen, Murat Kurt, Turan Ören…
Öldüler. Öldükleriyle kaldılar. Failleri “meçhul” sayıldı. Oysa bazıları saptanmıştı, yargı önüne çıkarılmıştı. Bombayı attığını itiraf eden Zülküf İsot “davadan döndüğü için” öldürülmüştü. Ama Orhan Çakıroğlu, Kazım Ayaydın, Ahmet Hamdi Paksoy, Sıddık Polat gibi isimler bir ara yargının terazisine bindirilmiş, ama hepsi bin bir yöntemle tekrar indirilmişti. Olaya adı karışanlardan biri, artık hakkında epeyce şey bildiğimiz Abdullah Çatlı idi. Bir diğeri, kimliği ve faaliyetleri hâlâ yeterince sorgulanmayan Mehmet Gül’dü. Ülkü Ocakları’nın liderlerinden biri olan Mehmet Gül. Adı birçok kanlı olaya karışan Mehmet Gül. Katliamdan 11 yıl sonra askerde “dünyaya meydan okuyan gülümsemesi”yle karşıma çıkan Mehmet Gül. Sonradan “sayın milletvekili” olan, ardından bazılarının verdiği “saygıdeğer işadamı” sıfatıyla sık sık gidip geldiği Ukrayna’da (ki bir zamanlar nefret ettiği “komünizm diyarları”ndan biriydi) birçok sırrıyla birlikte ölen ve - ilginçtir - 16 Mart katliamının tam 30. yıldönümünde gömülen Mehmet Gül…
Sonuçsuz bıraktırılarak 1984’te kapatılan dava, 1995’te tekrar açıldı. Ama 19 Ekim 2008’de “zamanaşımı” gerekçesiyle dosyaları tarihe savruldu. Tıpkı üç gün önce, 1993’te Sivas’taki Madımak Oteli’nde 37 kişinin yakılarak öldürülmesi olayının “zamanaşımı” bahanesiyle hasıraltı edilmek istenmesi gibi.
Oysa suç büyüktü. Üstelik işlenmeden dokuz gün kadar önce bir ülkücü tarafından emniyet güçlerine haber verilmiş, ihbar edilmiş bir suçtu bu. Ama kimse aldırış etmemiş, daha doğrusu birileri bu katliamın gerçekleşmesini istemiş, beklemiş, hatta yardımcı olmuştu. Tıpkı 19 Ocak 2007’de öldürülen meslektaşımız
Hrant Dink’in katlinin neredeyse bir yıl önceden bilinmesine karşın önlenmemesi gibi. Derin devlet tavrındaki tutarlılığı ve sürekliliği görüyor musunuz? (
16 Mart katliamını öğrenmek veya hatırlamak isteyenlere Can Dündar’ın belgeselini izlemelerini öneririm)
* * *
Aradan 34 yıl geçti.
Şimdi aynada gördüğüm adam, 20 Mart 1978’de bacaklarının titrediğini belli etmemek için sesini ve sözünü daha bir sertleştirmeye çalışarak binlerce kişinin önünde katliamı kınayan yeni yetmeyi ancak uzaktan andırıyor…
Ne çok zaman geçti, ne çok olay… Neler yaşadık… Ne kadar güldük, ne kadar ağladık… Ne kadar yaşlandık…
Siyasetteki değişimler ve devletteki reformlar konusunda ne kadar konuştuk… Ama devlet – her şeye karşın – aynı devlet… Yurttaşına tepeden bakan, her şeye onun yerine karar verme kibrini taşıyan, bazı suçlara göz yuman, yardımcı olan, onları örtbas etmeye çalışan, kirli sırları “zamanaşımı” perdesinin arkasına gizlemeye gayret eden devlet…
Bunca yıl geçti… Çok şey değişti… Ancak o kadar çok rezillik aynı kaldı ki…
* * *
16 Mart 1978 sabahı o yedi gence, 16 Mart 2012 yılıyla ilgili tahminlerini sorsalar, acaba onlar neler söylerdi?..
Herhalde “o kadar uzun zamanda” her şeyin kesinlikle değişeceğini ve düzeleceğini söylerlerdi. Belki hepsi devrimin olacağını, savaşsız-sömürüsüz bir sistemin kurulacağını savunurdu. Kimisinin hayalinde, o tarihten 13 yıl kadar sonra dağılıp gidecek olan “Sovyetler Birliği gibi olmak” vardı mutlaka…
34 yıl gibi koskoca bir sürede devletin, yargının, polisin, halktan ve insandan yana bir çizgiye geleceğini, insanlık suçlarında asla “zamanaşımı” gibi bir gerekçenin söz konusu olamayacağını dile getirirlerdi sanırım…
Kim bilir, belki de cevaplarını tamamlarken “Güzel günler göreceğiz”, diye eklerlerdi, “güneşli güzel günler…”
Onların ardından, 20 Mart 1978’de kürsüden haykıran yeni yetme de, benzeri şeyler söylerdi o tarihlerde…
34 yıl geçti…
Birçok şey değişti…
Aynadaki görüntü dahil…
Ancak o kadar çok şey aynı kaldı ki…