Herhalde son çeyrek yüzyılda Türkiye-Rusya ilişkileri üzerine en çok köşe yazısı yazan gazeteci benim. Neler yazdım? Neler yazmadım ki!.. Sanırım, yazdıklarımın çoğu, "her şeye karşın ilişkiler iyiye gidiyor" fikriyle özetlenebilir.
Son iki yıldır yazdıklarımda fazla iyimser olamıyordum ve "böyle giderse iki ülkenin işbirliği zarar görebilir" görüşümü dile getirmeye çalışıyordum.
Bugün artık, hâlâ pembe tablolar çizen veya "anlaşmazlıklar çıksa da, (ticari) ilişkileri etkilemiyor/gölgelemiyor" yorumları yapan meslektaşlarıma katılmadığımı vurgulamak istiyorum.
Gelinen aşamada Ankara-Moskova hattında ilerleme döneminden söz edemeyiz; ilişkiler yerinde saymaya, hatta gerilemeye başlamıştır. Bunun da nedeni siyasi görüş ayrılıklarıdır. En başta da Türkiye'nin yanlış ve saldırgan Ortadoğu politikasıdır.
Rusya ile geçmişin kazanımları üzerinde ilerlemeye devam eden ekonomik bağlarda son yıllarda ciddi bir gelişme kaydedilememekte, yeni atılım noktaları yaratılamamaktadır. İkili ticarette "yıllık 100 milyar dolarlık hacim" hedefi yıpranmış ve neredeyse temcit pilavına dönmüştür. Siyasi anlaşmazlıkların (ve geri planda ideolojik-dinsel yaklaşım farklılıklarının), yakın gelecekte üst düzey ilişkileri tümüyle soğutması tehlikesi artmaktadır.
Tabii eğer yanlışlardan geri dönülmezse...
Artık 'kimyalar' tutmuyor
Cuma günü Petersburg'da yapılan zirvede, iki devletin liderleri Tayyip Erdoğan ve Vladimir Putin'in yüz ifadeleri ya gergindi, ya da aşırı derecede neşeli. Yerli yersiz şakalar ve gülüşmeler, aradaki soğukluğu gizlemeye yetmiyordu.
Zaten zirve programı, Erdoğan'ın perşembe geç saatte gelebilmesi nedeniyle iyice kısalmıştı. Ama liderler, bu sıkıntılı zamanın kısalmasından pek rahatsız değildi. Putin'in 2012 sonbaharında Türkiye'ye yapması gereken ziyaret de ertelemelerin ardından kuşa dönmüş, sonunda Aralık ayı başında 5,5 saati bile bulmayan sembolik bir geziye dönüşmüştü.
Birçok yönden birbirine benzeyen iki liderin arasında var olduğu söylenegelen "kimya", anlaşılan artık ilişkileri kurtarmaya yetmiyor, hatta belki de özellikle egoların benzerlikleri yüzünden daha hızlı bozuluyordu.
Erdoğan-Davutoğlu ikilisi, Ortadoğu'daki gelişmeleri yanlış okudu ve yapılan hatalardan dönmeme konusunda oldukça inatçı davrandı, davranıyor. "Bölgesel liderlik" konusunu abartarak kendini dev aynasında görmeye başlayan Ankara, geçirdiği tüm sarsıntılara karşın dünyanın en güçlü başkentlerinden biri olan Moskova'ya karşı özenli ve soğukkanlı tutumu terk etti.
Davutoğlu'nun ABD'li mevkidaşı Clinton ile birlikte "Ortadoğu'da Rusya'yı izole etme" amacını dile getirmesinden sonra, daha da kötü bir gelişme oldu: 11 Ekim 2012'de Moskova'dan kalkıp Suriye yönüne ilerleyen sivil bir uçağın Türkiye tarafından zorla indirilmesiyle Rusya ile ilişkilerin "gerekirse gözden çıkarılabileceği" mesajı, Rus tarafında soğuk duş etkisi yarattı.
Ortadoğu'da Moskova kazanırken Ankara kaybetti
Patriot füzelerinin Türkiye'ye yerleştirilmesi, Suriye muhalifetine ve bu arada Kremlin'in güçlenmesinden son derece rahatsız olduğu radikal İslamcı unsurlara Türkiye'nin yardım etmesi gerginliği iyice arttırdı. Rusya da kendi oyununu oynuyor, örneğin Türkiye sınırında defalarca askerî uçak uçurarak provokatif "keşifler" yapmakta sakınca görmüyordu.
Bu arada Ortadoğu'da uzun vadeli ve soğukkanlı bir satranç oynayan Rusya, ABD yönetiminin sorunlarını ve "ruh halini" de iyi izleyerek oldukça başarılı adımlar attı. Suriye'de ve Mısır'da dengeler Kremlin'in istediği yönde değişti.
Giderek yalnızlaşan (ve bu yalnızlığını "değerli" bularak avunmaya çalışan) Ankara ise sadece Moskova'nın tavrını değil, Washington'daki değişmeleri de iyi göremediği izlenimini veriyordu. Herkes 2. Cenevre Konferansı derken Türkiye "bu ipe un sermektir" diyerek ayak sürüyordu. Suriye'de Esad yönetimi konumunu pekiştirirken ona "katil" olarak seslenen baş diplomatımız Davutoğlu, hâlâ "yeni Şam yönetimine kimin girip kimin girmeyeceğini" dikte ettirmeye çalışıyordu.
Sonuç yalnızca Türkiye açısından acıklı olmakla kalmıyor; AKP'nin ilk yıllarında elde ettiği belki de en ciddi diplomatik başarı olan "Rusya ile sıcak siyasi diyalog kurma" durumu, usulca tarihe karışıyordu. G-20'nin 5-6 Eylül 2013'teki Petersburg zirvesine "Suriye'nin bombalanması gerektiğini" ve "her türlü ittifaka hazır olduğunu" söyleyerek giden Erdoğan, evsahibi Putin tarafından kabul edilmiyordu.
Şu 100 milyar dolar meselesi...
Ankara'nın Moskova ile arasındaki ekonomik ilişkilerinin gelişmeye başlaması, Özal'lı 80'li yılların ortalarında başlamıştı. Ticaretten turizme ve enerjiye kadar bir dizi alanda adım adım ilerlendi.
Bugün de iki ülkenin birbiri açısından taşıdığı en önemli değerlerden biri, ikili ticarette yatıyor. Türkiye'nin dış ticaretinde Rusya (Almanya'dan sonra) ikinci sırada; Rusya açısından ise uluslararası ticaret basamağının yedinci sırasında Türkiye geliyor.
Son 3-4 yılda iki devlet liderlerinin her görüşmesinde ikili ticaretin hacminin "100 milyar dolara çıkarılması" hedefi ilan ediliyor. İki ülke medyası ise bunu ilk kez duymuş gibi manşetlere çıkarıyor.
Önce bu hedefe "birkaç yılda" ulaşılacağı söylendi; sonra "5 yılda" diyenler oldu; şimdi "2020 yılı" telaffuz edilmeye başlandı.
Geçen yılki hacim 34 milyar dolardı. Bu yıl biraz daha azalacak gibi. Belki kolay ulaşılamayacağı belli olan "100" hedefi yerine, "40" ve "50" milyarlık hedefler koymak daha ciddi olabilirdi.
'Asosyal' Toplumsal Forum
Türkiye ve Rusya yönetimleri, 3,5 yıl kadar önce, gelişen ilişkileri yönlendirmek için iddialı ve doğru bir karar aldı: Neredeyse bir "karma bakanlar kurulu" diyebileceğimiz Üst Düzey İşbirliği Konseyi’nin (ÜDİK) ve ilişkilerin çeşitli platformlarda geliştirilmesi için farklı alan ve sektörlerin temsilcilerinden oluşan Toplumsal Forum'un kurulacağını açıkladı.
Petersburg'daki cuma günkü 4. ÜDİK toplantısı, bu alandaki sonuçların giderek cılızlaştığını ortaya koyuyor. Toplumsal Forum bakımından ise durum daha da vahim. ENKA öncülüğünde oluşturulan kapsamlı Forum, AKP tarafından kısa sürede dağıtıldı. Sonra uzun süre boşlukta bırakılmasının ardından, birkaç önemli ismin yanında sembolik ve ilgisiz şahsiyetlerle küçük bir "forumcuk" oluşturuldu.
İkili bağların gelişmesinde büyük rol oynayan Türk işadamı örgütlerinden kimsenin Toplumsal Forum'a alınmaması, medya komitesinin Akif Beki gibi "saha dışından" (herhalde "şeref tribününden") birine verilmesi, "toplumsal" olanın "devletsel" keyfe bağlı olmasının sonuçlarını açıkça gösteriyor. Rus tarafı ise geleneksel olarak sivil örgütlenmelere fazla önem vermeyen tavrını sürdürerek bu gri tabloyu "başarıyla" tamamlıyor.
'Bizi ŞİÖ'ye alın, AB'den vazgeçelim'
Son olarak Başbakan Erdoğan'ın ilk söylediğinde ilgi çeken ve gülümseten bir esprisine değinelim. Defalarca tekrarlandığından dolayı kabak tadı verip etkisini yitiren, ama balık hafızalı medya mensuplarınca her seferinde başlık yapılan "Bizi ŞİÖ'ye alın, AB'den vazgeçelim" ricasından (?) söz ediyoruz.
Neresinden tutalım? Şanghay İşbirliği Örgütü'nün Avrupa Birliği'nin eşdeğerinde bir kuruluş olmadığından mı? Ona alternatif sayılamayacağından mı? Bu tür "mizahi girişimler" ile Batı'nın korkutulamayacağından mı? Rusya'nın, Çin'in ve öteki ŞİÖ devletlerinin bu şakaya pek değer vermediğinden mi? "Bizi alın" diyerek bir örgüte girilemeyeceğinden mi?..
Bir Rus gazeteci (Kommersant Gazetesi'nden Andrey Kolesnikov) dün şöyle yazıyordu:
"Bir an öyle bir izlenim oluştu ki, sanki Erdoğan açısından nereye üye olunacağı pek önemli değildi; önemli olan bir yerlere kabul edilmesiydi. (...) Galiba, Suriye'nin ŞİÖ'ye üye olma şansı Türkiye'ye göre daha yüksektir."
Eğer Türkiye, ŞİÖ ile "diyalog ortaklığı"nı gerçekten yetersiz buluyor ve sadece ticari işbirliği modellerinin gelişmesiyle değil, tam üyelikle ilgileniyorsa, en azından örgütün patronları Rusya ve Çin'in tepkisini çekmeyecek bir Ortadoğu siyaseti oluşturması gerekmez mi?
Bunun için de hiç değilse mezhepçi ve kendini dev aynasında gören dış politikadan vazgeçerek işe başlayabilir. Rusya ile son yıllarda bozduğu ilişkileri onarmak için girişimlerde bulunabilir. Üst düzey temasları, zaten bilinen kendi görüşünün pek diplomatik sayılmayacak bir üslupla uzun uzun sergilenmesi çabasından çıkarıp ortaklık zeminine taşıyacak hamlelere yönelebilir.
Aksi halde zirveler "yapılmış olmak için yapılır"; görüşme süreleri minimuma iner; biz de içeriği zayıf toplantılar, magazin haberleri veya en iyi ihtimalle karşılıklı olarak "turizm yılı" ilan etme girişimi gibi (cuma günü bunu Putin önerdi) inisiyatiflerle oyalanmak zorunda kalırız.
Bu arada uluslararası partnerlerimizle görüştükçe dünyayı görmez, konuştukça kimseyi duymaz bir halde "değerli yalnızlığımız"ı "kutsal çaresizlik" düzeyine taşırız.
@AksayHakan