Dedikodu sever misiniz? Sevmediğinizi söyleseniz de bunun doğruluğundan kuşkulanırım. Ben meraklı birisi olduğum için, dedikoduları da es geçmem. (Ama gerektiğinde kullandığım “bu alışkanlığı asla tasvip etmeyen” bir yedek yüz ifadem de vardır tabii.)
İki lafı bir araya getirecek birikime ulaşamadan ünlenivermiş ve sonra da artık kişiliğine derinlik kazandırmaya gerek görmemiş bir sürü “magazin kahramanı”nın birbirine benzer maceralarını izlemem. Ancak ilginç ve öğretici insani öyküler ile tarihe geçen kişilerin özel hayatları ve kişisel zaafları fazlasıyla ilgimi çeker.
Mesela, geçen gün T24’te “Yazarların bilinmeyen yönleri: Shakespeare tefecilik de yapmış” başlıklı ilginç bir haber vardı. “Büyük yazarların gizli hayatları” adlı kitapta Charles Dickens, Lev Tolstoy, Mark Twain, Jack London, Oscar Wilde gibi ünlülerin pek bilinmeyen bazı özelliklerinin açıklandığına ilişkin bir haberdi.
Haberin altındaki iki okur yorumu iki farklı görüş açısını yansıtıyordu: “Büyük üstatlar herkes gibi olmamalı zaten… Büyük çelişkileri, sıra dışı alışkanlıkları, gizemleri olmalı.” Ve diğeri: “Sonuçta onlar da insan…” Ben ilkinin haklı olduğu durumları reddetmesem de, daha çok ikinci görüşe yakınım.
Bazen büyük bir yazarın, şairin, ressamın ya da rejisörün kişisel zaaflarını, zararlı alışkanlıklarını, hatta başkalarına yaptığı kötülükleri öğrendiğimizde onun eserlerine, yani insanlığın kültürel dünyasına katkılarına sanki koca bir gölge düşmüş gibi hissederiz. Zor konudur. Ama neylersin, yine de eserleri tarihe derinlik katmışsa, asıl olan odur bence.
Kimi zaman da toplum, daha önceden yücelttiği değerleri yere çalmak için bahane arar. Geçmiş sevgilerin külleri üzerindeki düş kırıklıklarından intikam eylemleri üretmek insanlara canice bir zevk verir. Bu zamanlarda, birçok ünlüye haksızlık yapıldığı da olur.
* * *
Birkaç yıl önce benim çok değer verdiğim yazarlarından biriyle ilgili olarak, muhtemelen onu hiç okumamış gazetecilerce atılan özensiz başlıkları gördüğümde rahatsız olmuştum. Ünlü yazarı sanki suçüstü yapıp kendi düzeylerine çekmiş olmaktan gelen bir zevkle “Meğerse pornocuymuş”, diyorlardı.
James Hawes adlı bir araştırmacı, Franz Kafka (1883-1924) ile ilgili kitabında, yazarın bilinmeyen bir özelliğini, pornografi merakını ortaya çıkarmış. Hawes, Kafka’nın yirmili yaşlarında abone olduğu dergileri evinde kilitli bir çekmecede sakladığını yazıyor, bunun, herkes gibi bir insan olan yazarın psikolojisini anlamakta önemli bir unsur olabileceğini savunuyormuş.
Öteki Kafka uzmanları Hawes’e kızıp onu “sansasyon meraklısı olmakla”, hatta “antisemitizmle” suçlamışlar. Fotoğrafları kendisinin de bildiğini ima eden bir uzman, bunların sadece “karikatürümsü, eğlenceli şeyler” olduğunu söyleyerek hakkında kitap yazılmasını eleştirmiş.
Konuyla ilgili bazı haber ve yorumlar, bana “kahramanlarını yerle bir etmekten hoşlanan sıradan ölümlülerin acımasızlığını” düşündürdü. Bazıları da “ünlülere saygı duymak için ancak onları putlaştırmak gerektiği” yaklaşımını.
Yazarın babasıyla ilişkisi, kompleks ve korkuları, sevdiği kadınlarla yazışmaları, nihayet arkadaşı Max Brod’a verdiği vasiyetinde tüm yazdıklarının imha edilmesini istemesi (Allahtan, arkadaşı bu ricaya uymadı da bütün dünya ölümünden sonra da olsa bu büyük yazarın eserleriyle tanışabildi), bütün bunlar elbette heyecan verici ayrıntılar…
* * *
Kafka örneği, bana biraz da Aleksandr Puşkin’i hatırlatıyor.
Rus kültürünün ve dilinin büyük ustası Puşkin (1799-1837), Rusya’da ulusal bir semboldür, tıpkı bayrak veya ulusal marş gibi. Ona yan bakan yalnızca devleti değil, halkı da karşısında bulur.
Örneğin, milliyetçiliğin ve yabancı düşmanlığının iyice arttığı günümüz Rusyası’nda Puşkin’in “Afrikalı kökenlerini hatırlatmak” bile bazen en azından “densizlik”, hatta “art niyetlilik” olarak görülebilir.
Puşkin’le ilgili yaşanan en büyük tartışmalardan biri, bugün bile neredeyse sır gibidir; konu açılmak istenmez; açılsa da genellikle ses tonları yükselir.
Sözünü ettiğim, şairin “1836-1837 yılları gizli notları”. Kitap Türkiye’de 2001 yılında “A.S. Puşkin Gizli Günce 1836-1837” adıyla yayımlandı (Çiviyazıları).
Puşkin’in yayımlanmak için en az yüz yıl geçmesini şart koştuğu iddia edilen bu notlar, büyük maceralardan sonra ilk olarak ABD’de, eski Sovyet yurttaşı Mihail Armalinski tarafından basılmıştı.
Orijinali içeriği Fransızca olan kitap, Türkiye de dâhil 24 ülkede çıktıktan sonra Rusya’da Rusça basılabildi. Ve kıyametler koptu.
Puşkin’in cinsel deneyimleri, sınırsız fantezileri, eşi ve çevresindeki kadınlarla ilişkileri ve küfür sınırında açık saçık konuşmaları, pek çokları açısından bir putu deviriyordu. Bunu Puşkin yazmış olamazdı; bu tezgâh, ancak şairi yıpratmak ve onun adını kullanarak para kazanmak isteyen sahtekârların işi olabilirdi.
Kitap şiddetle reddedildi. Üzerinde konuşulup yazılması “pek tercih edilmedi”. Konuyla ilgili bulabildiklerimin çoğu, Gizli Günce’yi yerin dibine sokan ve onun Puşkin’in kaleminden çıkmış olmasının asla düşünülemeyeceğini anlatan sinirli yazılar...
Acaba kim haklı? Kitabı Puşkin mi yazdı, yoksa bu bir düzenbazlık mı?
Doğrusu benim pek umurumda değil.
Kitap ilginçti. Tutkulu bir erkeğin kadınlar, evlilik ve cinsel konularla ilgili iddialı fikirlerini okumak asla zaman kaybetmek değildi. Puşkin’i öldüren Fransız kökenli subay Georges d’Anthés’in şairin baldızıyla evliyken eşi Natalya’ya da göz koymasını, Rus Çarı ile Natalya arasında olanları, şairin kıskaçlıklarını okumak eğlenceliydi.
Bir tek cümle bile (örneğin, “Mutluluğun iki biçimi vardır: Biri bir kadına sabırsız bir halde umutla giderken ve diğeri bir kadından ve tutkudan kurtulmuş olarak geri dönerkendir”) kitabı okuma tercihini haklı çıkarmaya yeterdi.
Onun dışındakiler, bu arada kitabı Puşkin’in yazıp yazmadığı, benim için fazla önemli değil. Bu kitap, benim bildiğim Puşkin’i asla gözden düşüremez. O yazmışsa da, yazmamışsa da...
Çünkü Puşkin ve Kafka gibi isimlerin yazdıkları, akıllarda ve yüreklerde, onlarla ilgili tartışma, eleştiri ve övgülerden çok daha büyük etkiler bırakmıştır.