17 Ocak 2016

Bir hayat nasıl yaşanmamalı, bir ülke nasıl yönetilmemeli...

Bugünümüz öylesine bir bataklığa dönüştü ki, dünümüzü kaybettik, yarınımızı bulamıyoruz. Zamanı unuttuk aslında

Birkaç saat kıvrandıktan sonra oturdum yazıyı yazmaya.

Ama oturduktan sonra da başlayamadım.

Ne yazacaksın, nasıl yazacaksın?

Hani “bugün pazar” diyerek suni coşku sosuyla yazıyı renklendirmek var tabii, var olmasına ama...

Baksanıza ortalığa!

Savaş, tehdit ve korku atmosferi... Yalan, soygun ve ahlaksızlık diz boyu... Olağanlaşmış terör ve cinayetler... Alışılagelmiş kurbanlar, ölümlerine karşı çıkılması tehlikeli semboller haline getirilmiş olan çocuklar... Artık neredeyse sıradanlaşmış umursamamaklar, itiraz edememekler, en ufak bir başkaldırmada haddini bildirmeler...

Galiba şu sıralarda okuyup izlediğimiz haberlerin en iyisi “kötü hava”dan bahsedeni...

Bu durumda belki de en içteni, bütün bir yazıyı silme küfürle doldurmak... Ama işte, olmuyor ki... Yanlış anlaşılırsa kötü... Doğru anlaşılırsa daha da kötü...

Bir ay daha geçti, bir hafta daha, bir gün daha... Sonuç hep aynı: Elde var mutsuzluk!..

Zaten birçok zorlukla dolu olan hayatı nasıl en çekilmez hale getiririz diye sanki özel bir çaba harcıyoruz...

 

*    *    *

 

Hayattan söz ediyorum, evet.

Yani yaşadığımız zamandan.

Sonuçta sermaye sınırlı, çünkü ölümlüsün.

Doğduğun andan itibaren yaklaştığın bir tek yer var: Ölüm!

En fazla ne kadar yaşayabilirsin ki?

70 yıl? 80? Haydi - bugün cömert günümdeyim - 100 yıl yaşayacaksın diyelim.

Eee?..

Sonra ölmeyecek misin?

O kadarcık ömrün var işte; onun da epeyce bir kısmını tükettin.

Peki, eldeki zamanı nasıl değerlendirmeli?

Para mı lazım en çok? Mal-mülk mü?

Güçlü iktidar mı?

Aşk mı ya da?

Seks mi?

Eğlence mi?

Veya dostluk mu?

Gezmek mi?

Okumak mı?

Yoksa “hayatın anlamı, durmadan o anlamı aramakta” mı?

Ne? Ne? Ne?..

Bir ara bunu düşünmeli, bir zahmet!

Sonuçta kum saati işliyor.

 

*    *    *

Kum saati herkes için işliyor.

Ama ona hiç aldırmayanlar var; en başta da iktidardakiler.

Galiba istediğin her şeyi yapabileceğini düşünmeye başlamak, insanın giderek kendini Tanrı’yla kıyaslamasına yol açıyor.

Tanrı ki yüce bir kuvvet ve sınırsız ölçüde muktedir...

Ama bir dezavantajı var: “Görünmüyor”.

Kulların en büyüğü ki, her zaman görünüyor, her konuda konuşuyor, her şeye karışıyor, herkese emrediyor...

Zamanla belki de acaba ben de o kadar büyük değil miyim, hissine kapılıyor.

Bu hisle baş etmek kolay olmasa gerek.

Her türlü iktidarla Tanrı fikri arasındaki en önemli ayrımlardan biri, zaman ölçüsünde yatıyor: Birinin ölümsüz olduğu peşinen kabul ediliyor; ötekinin ise hüküm süresi ne kadar uzun olursa olsun, sonsuzluğun karşısında aciz kalacak kadar kısa.

Bunu kabullenmek çok zor; kafayı takarsan ölümcül bir yara almış kadar acı çekebilirsin.

Onun için de düşünmüyorlar bunu. Hiç ölmeyecek ve hiç gitmeyecek gibi yaşıyorlar.

Hiç gitmemek ve böylelikle ölümsüzlük izlenimine mümkün olduğunca yaklaşabilmek için herkesi ve her şeyi feda etmeye hazırlar.

Ellerinde olsa yasamayı, yürütmeyi, yargıyı, medyayı vs., - artık ne kadar araç varsa heybede - kullanarak bir emir daha verecekler:

“Tez kum saati durdurulsun! Emre itaat etmeyip de aşağı düşmeye çalışan kumlar 'vatan hainliği' gerekçesiyle tutuklansın!”

Ne var ki kum saati bu!

Kürt değil, solcu değil, “paralelci” değil, Alevi değil, LGBTİ değil, “aydın müsveddesi” bile değil...

Değil ki beynine vurduğun gibi hizaya getiresin, gelmeyeni de ezesin!

Kumlar akmaya devam ediyor; aşağıdaki kum tepeciği giderek şişmanlarken yukarısı iyice zayıflıyor.

 

*    *    *

 

Farkında mısınız, herkes sıkıştı kaldı bu ülkede.

Bu zamana, son dönemde her daim tekrarlanan açmazlara, sürekli şiddet girdabına ve bu yolun geleceğinin olmamasına sıkıştı.

Kum saati işliyor.

Her gün aynı çıkmaz senaryoya göre debelenip duruyoruz hep birlikte, hiçbir şeyi değiştiremeden yarın aynı günü tekrar yaşamak üzere umutsuzca kıvrılıyoruz yatağımızda.

Bugünümüz öylesine bir bataklığa dönüştü ki, dünümüzü kaybettik, yarınımızı bulamıyoruz.

Zamanı unuttuk aslında.

Ölümsüzlük adına değil, yaşarken ölmek adına unuttuk zamanı.

Dünyayı unuttuk.

Evreni unuttuk.

Tarihi unuttuk.

Yaşadığımız derin acılar içinde, bugün, artık “sonsuz”muş ve hiç bitmeyecekmiş gibi gelmeye başladı bize.

Unuttuklarımızı hatırlamaya çalışalım o zaman.

Önümüzdeki kum saatinin arkasında, ondan çok daha büyük olan öteki kum saatlerine bir bakalım.

Nereden gelip nereye gidiyor bu hayat?

                                                                                          

*    *    *

 

Evrenin yaşının yaklaşık 14 milyar yıl olduğu sanılıyor.

Dünya ise aşağı yukarı 4,5 milyar yıllık geçmişe dayanıyor.

Canlı organizmalar tahminen 3,8 milyar yıl önce ortaya çıkmış.

Homo sapiens denilen insan türünün sahnede belirmesi ise 200 bin yıl kadar öncesine dayanıyor.

Lütfen bu dört cümleyi yavaş yavaş ve düşünerek birer kez daha okuyun.

Okudunuz mu?

Bu devasa rakamları şimdi gündelik hayatta en çok kullandığınız başka zaman dilimleriyle karşılaştırın.

Mesela, 13-14 yılla... Ya da 3-4 yılla... Veya son 223 günle...

Aradaki fark size geçmişi hatırlattı mı? Hiç değilse biraz da olsa gelecek fikrini çağrıştırdı mı?

Evet, biliyorum, hayatta her şey göreceli ve zaman bazen hızlı bazen çok yavaş akıyor.

Ne diyordu Nâzım:

     “Ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya.

     Ona sorarsanız: ‘Lafı bile edilemez, mikroskobik bir zaman…’

     Bana sorarsanız: ‘On senesi ömrümün…’

     Bir kurşun kalemim vardı, ben içeri düştüğüm sene.

     Bir haftada yaza yaza tükeniverdi.

     Ona sorarsanız: ‘Bütün bir hayat…’

     Bana sorarsanız: ‘Adam sen de, bir hafta…”

 

 

*    *    *

 

 

Dünya kadar uzun bir geçmişimiz yok bizim.

Ama kurşun kaleminkine de benzememeli ömrümüz.

Bir hayatımız var yaşamamız gereken. İçinde aşk mı olur artık, dostluk mu, gezmek mi, eğlence mi... Onu yaşamalıyız.

Ve bu karanlık tiyatronun bugünkü sahnesi sanki “bir hayat nasıl yaşanmamalı” ve “bir ülke nasıl yönetilmemeli” üzerine kurgulanmış.

Bu kurgu bozulacak.

Çünkü hiçbir şey ölümsüz değil.

Kurgular da, iktidarlar da, insanlar da.

Hepsi zamanın içinde...

Kum saati bu!

Kimse durduramıyor akıp giden kumları.

O kumlar ki kimseyi dinlemezler.

Kürt değil, solcu değil, “paralelci” değil, Alevi değil, LGBTİ değil, “aydın müsveddesi” bile değil onlar...

Değiller ki beyinlerine vurduğun gibi hizaya getiresin, gelmeyeni de ezesin!

Kum saati işliyor...

Yazarın Diğer Yazıları

Cihatçılar Halep’e saldırdı, Rus basını Erdoğan’a ateş püskürdü

Rus Tsargrad sitesinin başlığı: Erdoğan Putin’i kandırdı: Kremlin suskun, Türkiye Cumhurbaşkanı yine ihanet yolunu seçti

Savaşın yayılma eğilimi Türkiye için bir tehdittir

Toprak ve insan hayatı: Ben ikincisini daha çok önemserim, siyasiler ise genellikle toprağı seçer

Hayat ve ölüm üzerine biraz karamsar bir yazı

Almodovar’ın ölümü kabullenmek konusunu işleyen Yandaki Oda filmi ve T24'ün bir haberi

"
"