Hatırlar mısınız, bir zamanlar sık sık ‘carry trade’ diye bir terim duyardık. Japonya’dan sıfıra yakın faiz oranları ile yen cinsinden borçlanıp getirinin yüksek olduğu piyasalara (örneğin Türkiye ve Brezilya) yatırım yapmak ve dönem sonunda karını cebine koyup yen borcunu ödemek olarak özetleyebileceğim bu süreç, krizin başlaması ile etkisini kaybetmişti.
Bal
Küresel ekonomide toparlanmanın başlaması ile 2009’un sonlarında carry trade yeniden canlanmaya başladı. Ama artık finansman yen ile değil dolar ile yapılıyor. ABD’de sıfıra yaklaşan faiz oranı nedeniyle gerileyen finansman maliyeti, başta Amerikan sermayesi olmak üzere, bütün dünyanın dolarla borçlanıp, yükselen piyasalarda yatırıma yönlenmesine zemin hazırlıyor.
Kaymak
İşin kaymağı ise bu süreçte doların değer kaybediyor olması. Dolar kendisine sabitlenmemiş bütün paralara karşı değer kaybediyor. Türkiye piyasasından basit bir örnek vereyim. ABD’deki bir bankadan üç ay vadeli 1000 dolar kredi alan bir yatırımcı geçtiğimiz Temmuz ayında Türkiye’ye gelip dolarını 1.55’ten TL’ye çevirmiş ve 1550 TL almış olsun. Bunu da o günlerde 59 bin puan civarında seyreden IMKB-100 endeksine yatırmış olsun. Bugün, endeks 70 bin puan civarında. Yatırımcı vadesi gelen borcunu ödemek için bugün elindeki hisse senetlerini satmaya karar verdi diyelim. Bu durumda TL bazında yüzde 18.5 kar yapmış ve sermayesi 1836 TL’ye çıkmış olacak. Dolar borcunu ödemek için elindeki TL’yi bugünkü kurdan yani yaklaşık 1.42’den dolara çevirecek ve 1293 doları olacak. Dolar bazındaki getirisi yüzde 29.3. Sonra da parasını ABD’ye gönderip bankaya olan 1000 dolar borcunu ve 5 dolar kredi faizini ödeyecek. Net kar: 288 dolar.
ABD Ortak, Dünya Pazar
Bu sadece Türkiye’de değil, birçok yükselen ekonomide yaşanan bir süreç. Ama Türkiye’nin Türkiye’nin pek çoğundan farkı, (son günlerde TCMB’nin döviz alım ihalelerini saymazsak) oluşabilecek spekülatif dalgalanmalara karşı bir tedbir almaması.
Kriz döneminde dolara karşı, Japon yeni yüzde 27.6, Türk lirası yüzde 21.2, Brezilya reali yüzde 33.6, Çin yuanı yüzde 2.7, Güney Afrika randı yüzde 37, Hindistan rupisi yüzde 15.6 değer kazandı. (Çin yuanındaki değerlenmenin sadece Eylül ayından bu yana olduğunu biliyorsunuz.)
Bütün dünya daha fazla para kazanmak için ABD’den gelecek kötü verilere bakıyor. Böyle bir mantık olabilir mi demeyin; oluyor. ABD’den gelen her kötü veri, FED’in parasal genişlemeye devam edeceği gibi bir beklenti yaratıyor. Bu da doların değer kaybetmesine neden oluyor.
Sistemin güzelliğine bakın: Dolar değer kaybettikçe, ABD daha az ithalat, daha fazla ihracat yapma imkanı kazanıyor. Cari açık ve bütçe açığı üzerindeki baskı hafifliyor. Dahası
(işte bura önemli), kasasından tek kuruş çıkmadan bütün yükselen pazarlardan, hisse senedi ve tahvil piyasalarından yüksek getiri elde ediyor.
On yıl önce yükselen ekonomilerdeki hisse senetlerinin değerleri toplamı, dünyadaki hisse değerleri toplamının onda biri kadardı. Bugün yüzde 40’ına ulaşmış durumda.
Yükselen pazarlara sermaye girişi artıp, varlık piyasaları şişmeye başladıkça artan riske karşı ve biraz da zorunluluktan, merkez bankalarının döviz rezervleri artırılıyor. Sorun şu ki; artan rezervlerin üçte ikisi, değeri düşen bir para cinsinden yani dolar ile tutuluyor. Bugün yükselen pazarlara giren para bir gün ABD’den parasal sıkılaştırma işaretleri gelmeye başlayınca çıkacak. Şimdi gülen yüzler, işte o zaman asılmaya başlayacak.