Önce Sayın Babacan söyledi: "Hukukta düzelme olmazsa iktisatta bugünleri mumla ararız." Ardından Sayın Çiçek yargı kararlarının ideolojilerin uzantısı olarak verilmeye başlandığını, işin çığırından çıktığını, yargının içeriden siyasallaştırılmasının ülkenin felaketi olacağını söyledi. Arka arkaya. Yepyeni. En tecrübeli ve üst düzey devlet adamları bu konuda ses çıkarttılar.
Hukuksuzluğun sahipsizliği
Ancak bu içinde debelendiğimiz hukuksuzluk konusunun sahibi yok gibi görünüyor. Gazetelerin ön sayfalarında bu değerlendirmeler yer alırken aynı gazetelerin en arka sayfasında "onlar konuşur biz yaparız" ilanlarında o değerlendirme sahiplerinin mensubu olduğu siyasi partinin marifeti olarak yargıda ve hukukta iyileşmeler anlatılmaktaydı.
En üst düzey Türkiye'li iktisatçılardan biriyle, Princeton Üniversitesi'nden Dani Rodrik ile, bu konuda Twitter hesaplarımız üzerinden yazıştık biraz. O bu türden hukuksuzluk tespitlerinin ucuz laf olmaya doğru gittiği ve ses çıkartılacaksa bu düzene eklemlenmenin de bırakılması gerektiği kanaatindeydi. Bense devlet kademesinde olanların içlerine sindiremedikleriyle ilgili olarak ses çıkartmalarının da -istifa etmeseler de- bir erdem olduğu kanaatindeydim. Ardından, bir başka vesileyle Dani'yle bu sohbetimizden hemen sonra ve pek yakınlarda okuduğum bir rapor -ki henüz kamuya açık olmadığından adına açık referans vermiyorum- beni daha da bu konuya odakladı. Raporun, Türkiye ile ilgili sağlam ve gerçekçi iktisadi analiz geliştirme kaygısıyla, toplumu ve devleti oluşturan çeşitli kurumların ve çıkar gruplarının zihniyetini anlamaya giriştiğini gördüğümde, hukuk alanında bu konunun sahipsizliği daha da fazla gözüme takılmaya başladı. Öyle ya, istisnasız herkes -iktidarı, muhalefeti, yandaşı, muhalifi, hakimi, savcısı, sanığı, şikâyetçisi, herkes- hukuk uygulamasının durumundan endişeli ve şikâyetçiyse bir şeylerin bu dinamikleri enerjiye tahvil edip değişememesinin sebebini hukukta ve hukukçuda da aramak lazım.
Hukukun ve hukukçunun realizm ihtiyacı
Öyleyse, hukuk disiplininin kandırmacalarına, hukukçunun o kandırmacalarda huzur bulurken durağanlığa övgü düzen hallerine işaret etmek lazım.
Bunu en iyi hukuki realizm akımı yapar. Hukuki realizm akımı, toplumdaki hukuk düzeni sonuçlarını analiz ederken mevzuatı bahane etmeyi bırakıp hakimin ve uygulayıcının iradesine bakmayı anlatır. Hukuk devletinin gelişkin olduğu ülkelerde bunu anlatır, en azından.
Türkiye gibi, hukuk devletinin zaman zaman (güç ilişkilerinin daha dengeli "göründüğü" zamanlarda) ortaya çıkan bir ideal ve temenni olabildiği ülkelerde ise, yargı bağımsızlığının ta kendisi hep eksik olduğu için, genellikle hakim iradesini de aşıp hakim iradesine etki edebilen zihniyet unsurlarına da bakmak gerekebilir hukuki realizm için. En azından benim "hukukun üstünlüğüne asıl ihtiyaç duyulduğu anlarda hukukun çabucak tatil edilebildiği ve yargının yargı dışı iradeyle oyuncaklaştırılabildiği ülke"ler için hukuki realizm bakışımda bu vardır.
Bir tecavüz dosyasında "cilveli şekilde saat sormak" için yahut "göbekte piercing" için veya "beyaz tayt giymek" için ağır tahrik indirimi yapıldığında hukuki realizm analizi yapan "bu mevzuatta neden 'ağır tahrik' indirimi var ki zaten" isyanının ötesine geçip "bunu ağır tahrik sebebi sayan hakimin yetiştirilmesindeki ana toplumsal faktörler nelerdir" konusuna bakar. Bizde ise buna bakmak bile yeterli olmaz ve siyasetteki "muhafazakar bir nesil yetiştirmek, amacımızdır" beyanıyla bu türden yargı kararları arasındaki ilişkiye de bakmak gerekebilir, mesela.
O şartlarda, darbeci asker zihniyeti de, bir tarikatın, dinsel hareketin yahut bir menfaat grubunun zihniyeti de, uzun süre kuvvetle iktidarda kalmış ve tehdit algısı sebebiyle güçler dengesinin tüm unsurlarını kılcal damarlara kadar kontrol etme işine girişmiş siyasi iktidar zihniyeti de, hakimi doğuran toplumun ve hakimin ta kendisinin zihniyetinden daha alakalı ve bilgilendirici olmaya başlar hukukun şekillendirilmesinde.
Hatta bazen hakim, kendisinden beklentisi olan gücün durumunu ve buna bakılması gerektiğini dosyada açıkça kucaklar. Yassıada'da "sizi buraya tıkan güç böyle istiyor" diyen Baş Yargıç Salim Başol'un beyanı "hukuka da bana da bakmayın, emir kuluyuz" kolaycılığını sinyalleyerek darbeci asker dinamiklerine ve o dinamikleri doğuran zihniyet unsurlarına işaret etmekteydi. Bugün ise, artık toplumları fiziksel duvarların ayırmadığı, ırkçıların kukuleta takmadığı ve niyetlerin de amaçların da sürünerek hedefine yaklaştığı dünyada, kimse bağırıp çağırmıyor hukuki realizmi. Hukuki realizmi yürütebilmek ve böylece doğru müdahale noktalarını tespit edebilmek için, ısrarlı, istikrarlı ve bilinçli bir tercihle gözünü güç sahibinden ayırmayarak değerlendirme yapanlara ihtiyaç var.
Hukuk ve iktisat ilişkisi, yine, hep
Başka alanlarda bu konuda daha başarılı gerçekçi değerlendirme yürütülürken hukukta bu gerçekçilik cephesi yönünden tam bir köhnemişlik yaşanması da anlaşılabilir bir durum. İktisat bilimi, örneğin, bu konuları apayrı disiplinleri ile zaten tanıyor ve iktisattaki açılımları da çok daha sistemli bir biçimde epey zamandır çalışılıyor olduğundan, hukukla ilgili olarak bu yazdıklarım iktisatçılara ilginç gelmeyebilir. Oysa, genellikle çoğu hukukçu için mevzuatı gerçeklik kabul etmekten çıkmak bayağı meseledir. Köhnemişlik de burada zaten. Üstelik ortalama hukukçuyu bu mevzuat ötesi bakışa güdüleyen bir toplumsal talep de pek yoktur. Hukukçu genellikle mevzuattan bahsettiği ölçüde uzak, gizemli ve makbuldür. Başkalarının bilmediği bir gerçekliğe hakim olduğu sanrısı ne kadar güçlü ve samimiyse o kadar gerekçeli ve ikna edici bicimde halka tepeden bakıp kendi zaaflarından kaçınır hukukçu. Yazılı hukuktan başka bilmesi gereken bir şey olmadığına ikna olur. Bu fikirde huzur bulur. Güçten bahsetmeye başladığı anda aciz görüneceğinden korkar ve hemen tahtına tırmanmak için yine mevzuatı eşelemeye başlar.
Oysa iktisatçıya sorulan her iki sorudan birinin "dolar kaç para olur?" olduğu ve iktisatçının iyiliğinin kehanetlerinin realizasyonuyla ölçüldüğü bir ülkede, iktisatçılar toplumu ve devleti oluşturan çeşitli kurumların ve çıkar gruplarının zihniyetini anlamaya girişmeye davet edilip durmaktadırlar. Bunu yapmadan kehanet, hepten kumardır zira. Elbette, toplumu ve devleti oluşturan çeşitli kurumların ve çıkar gruplarının zihniyeti de devletteki etki düzeyi de her an değişebilen bir kaos düzeninde şekil buluyorsa bu çaba dahi tüm iktisadi projeksiyonları "hadi hayırlısı" noktasına çekebilir hep. Yine de, "kehanetin kadar konuş" sığlıklarında da olsa, halk iktisatçıları bu çabaya güdülendirecek taciz perspektifini geliştirmiş görünmektedir. Hukukçuya ise hep "adam bir şey biliyor ki konuşuyor, bak bak mevzuat dedi şimdi de" sükûneti ve beklentisizliğiyle yaklaşıldıkça, hukukçu halkın da bildiği ve buz gibi kendi analizine de etki etmesi gereken konulardan bahsetmez olur.
Halk talebiyle hukuksuzluğu
sahiplendirip hukuka yürümek
Dolayısıyla, halkın hukukçuyla ilişkisinde de bu talepkar refleksi geliştirmesi ve anlamadığından ürkmek yerine konunun üstüne üstüne gitmesi lazımdır. Hakim de olsa, savcı da olsa, avukat da olsa, hoca da olsa, herhangi bir hukukçu kendisi önüne bir yemek koyduğunda yemeğe değil mutfağa bakmaya başlayan insanlar arttıkça, mevzuatla ilgili süslü laflara karnı tok biçimde "evet ama neden" kurcalamaları geliştirenler arttıkça, fetva yerine gerekçe isteyenler arttıkça, adaleti ve hakkaniyeti bulmak için kendisinin de bir terazisi olduğunu hatırlayıp bunun hesabını soracak tutkuyu gösterenler gözlerini "sonuç" ne ise bundan ayırmadıkça, hukukun ve hukukçunun da bu talebe karşılık vermesi gerekecektir.
O zaman, hukuku şekillendirip halkın önüne koydukları halde kendilerini emir kulu, mağdur yahut gözlemci ilan edenler sorumluluklarını layıkıyla yüklenmek durumunda kalacak, Türkiye'nin an itibariyle hukuk devleti olamadığı bir yana kanun devleti bile olamadığı hususu gün ışığında tartışılabilecek ve gelecek için inşaat zemininin ne olduğu etüt edilebilecektir.