Vardiyasından bitkin, yorgun, yoksul ve kirli çıkan bir Alman, sarraf dükkânı önünde pırıl pırıl ve semiz duran Yahudi esnafı görüp Führer’inin radyo ve gazetelerdeki “Almanya Yahudiler yüzünden yoksul” sözünü de işitip okuyunca, “Evet” diyor, “Yahudiler!..” İşte dünya işlerine akıl sır erdirememişliğin gülünç ama sonuçları itibarıyla da korkunç gafleti!
Yüz yıl önce dün, 5 Ocak 1919’da Anton Drexler adında bir işçi (bir çilingir ustası), beş arkadaşıyla birlikte Münih’te bir birahanede Alman Nasyonal Sosyalist Partisi’nin temelini attı. Bu siyasi oluşuma bir yıl sonra yedinci kişi olarak katılan Adolf Hitler, ertesi sene 1921’de parti başkanı oldu. Almanya, onu 1933’de Führer yaptı.
1933’de artık Almanya’da Führer’den başkası özgür değildi.
Birinci Paylaşım Savaşı’ndan ağır bir yenilgiyle çıkmıştı Almanya. Toparlanma derdindeyken, 1929 büyük ekonomik krizine yakalanmıştı bu büyük mağlup… Alman entelektüelleri, kapitalizmin çöküşe sürüklediği bu toplumdan ilerici (progressive) bir tepki bekliyordu. Alman toplumu, Nazileri iktidar, Hitler’i Führer yaparak gerici (regressive) bir tepki verdi. Teo Grünberg, Max Horkheimer, Theodor Adorno, Walter Benjamin, Friedrich Pollock, Ernst Bloch, Bertolt Brecht… Büyük şaşkınlık içerisindeydiler.
Naziler, kapitalizm ile yoksullar arasında utanç verici bir ilişkiyi kurmayı başardılar.
Toprağın üzerinde çırılçıplak yüzüstü yatan yaşlı, kadın, çocuk yüzlerce Polonyalı köylünün kürek kemiklerinin arasına süngülerini saplayıp aynı anda silahlarını ateşleyen 101’inci Yedek SS Taburu’na mensup askerlerinin hepsi Nazi üniforması giymiş işçi, öğrenci, memur, yoksul Almanlar’dı.
3 milyondan fazla Polonyalı’nın yanı sıra, 27 milyon Rus, 10 milyon Çinli, 6 milyon Yahudi, 2,5 milyon civarı Japon ve 1,5 milyon Yugoslav öldüren bu orduyu, tekstil devi Hugo Boss giydirdi.
Ölüm yağdıran uçaklarını, Standart Oil besledi.
Askerlerini, Ford kamyonları ve cipleri taşıdı.
Deneklerin acıdan uluyarak öldükleri ırkçı deneylerini, Rockefeller Foundation finanse etti.
Mahkûmların “kapıdan girip bacadan çıktıkları”, ama altın diş, yağ, saç ve değerli olabilecek her şeylerini bıraktıktan sonra çıktıkları, Auschwitz’in masrafı, Deutsche Bank tarafından karşılandı.
Savaş ve yağma ganimetlerini, İsviçre bankaları satın aldı.
Coca-Cola firması, Fanta’yı savaştan kavrulan Almanya’yı serinletmek için üretti.
Ve bunların hepsi Alman işçilerinin, memurlarının, yoksullarının onayıyla oldu.
Tarihi ileriye götürecek olan işçi sınıfının Drexler’le başlayan Alman yürüyüşü, şaşırtmaya devam etmişti.
Alman entelektüelleri, şu karara vardılar: Politik yönelim ve tercihte sosyo-ekonomik konum tek belirleyici değildir. Yaşanan dünyanın algılanma ve anlamlandırılma biçimi çok daha belirleyici olabilmektedir. Bunda da etkin rol, kültüründür; öncelikle de gündelik yaşam kültürünündür.
İnsanlar hem kendileri hem de yaşadıkları dünyanın hakikatine dair bilgiyi ve dolayısıyla da anlamı, hangi gündelik deneyimler aracılığıyla edinmekteler? Nerelerde neler görüyor, işitiyor ve okuyorlar? Önemli olan buydu, çünkü bilinç buna göre biçimleniyordu.
Nazizm’in tetiklediği “Eleştirel Teori”
Gündelik yaşamın deneyimleri dardır. Bu yüzden bilgisi de sığdır. Krupp’daki vardiyasından bitkin, yorgun, yoksul ve kirli çıkan bir Alman, sarraf dükkânı önünde pırıl pırıl ve semiz duran Yahudi esnafı görüp de Führer’inin radyo ve gazetelerdeki bütün ağızlarından da “Almanya, Yahudiler yüzünden yoksul” sözünü işitip okuyunca, “Evet” diyor, “Yahudiler!” Dünya işlerine akıl sır erdirememişliğin gülünç ama sonuçları itibarıyla korkunç gafleti!..
Bu gafletin muhatabı olan Alman entelektüeller, “Eleştirel Teori” adı altında, günümüz dünyası ve insanı üzerine düşünürken kültüre ve kültürel alana önem gösteren bir bakış açısı geliştirdiler. Esas mesele, hayat algısındaki darlaşma idi. İnsan hayatı fragmanlaşmış, yaşantı parçacıkları halinde akıp gitmekteydi. Hayatın çeşitli anları ve alanları ve oralardaki deneyimler, birbirinden kopuk parçalarmış gibi yaşanmaktaydı.
Hayat algısındaki darlaşma, bütün bir dünyayı, o dünyayı mantıklı bir bütün haline getiren ilişkiler ağını dışarıda bırakarak, gündelik yaşayışın rutinine indirger. İnsanın dünyayı tüm olarak bilinebilmesi, bu koşullarda, mümkün değildir. Bu yoksunluğun, gerçeği yanılsama içinde gösteren “yabancılaşma”, gerçeği görünenden ibaret sayan “ampirik algılama” gibi çok bilinen sebepleri var ve ortalama insanın bu sebeplere karşı durduk yerde eleştirel bir uyanıklık sergilemesi de beklenemez. Günümüzün sıradan insanı her gün tekrar ve tekrar deneyimlediği kendi hayatı karşısında bile, bir yerli dizi izleyicisinin edilgenliği içindedir, birbiri üzerine bindirilmiş durumların üstünkörülüğüyle yetinmek zorundadır.
Murat Belge, 1970’lerde yazdığı çok sevdiğim yazılarından birinde, sohbetlerine kulak misafiri olduğu iki hanımın gündemdeki “sosyalizm tehlikesi”nden oturdukları dairelerin kapıcılar tarafından işgal edilmesini anladıklarından söz ediyordu. Bu insanlar, 1930’ların Almanları gibi, dünyanın bütün temel toplumsal çelişkilerini, her gün karşılarında duran kapıcı ailesiyle aralarındaki ilişkileri yoluyla yaşamaktaydılar. Sosyalizmi, o koskocaman toplum ve dünya projesini, oturdukları dairelerin ellerinden alınması olarak anlamaları bundandı. Ve sosyalizmi oturdukları dairelerin işgal edilmesi olarak anladıkları zaman bile, işgalciyi bir işçiden önce kapıcı olarak düşünmeleri de bundandı.
1930, 1970, 2018… Değişen bir şey yok. Bugün, “Dolardan kurdan bana ne! Ekmeği dolarla mı alıyorum” dememiz de bundandır.