Çöküş halindeki toplumların tipik emarelerinden biridir ‘kahraman’ beklemek. Kahraman beklentisi iyi bir şey değildir, insanı ve toplumu gereksizleştirir. İnsanları gereksizleştirmek de insanlara yapılacak en büyük kötülüktür
Bertolt Brecht’in, Galilei’nin Yaşamı adlı oyununda ünlü bir sahne vardır. Floransalı matematik ve fizik öğretmeni, 22 Haziran 1633’te Roma’da Engizisyon mahkemesi huzurunda Dünya’nın dönüşüyle ilgili teorisi yüzünden yargılanmaktadır. Kapıda yığılmış öğrencileri, “Galilei asla reddetmez” diyerek içeriden bir kahramanın çıkacağından emindir. Fakat Galilei reddetmiş olarak çıkar. Hayal kırıklığı yaşayan öğrencilerinden biri, “Ne yazık! Bu ülkenin senin gibi bir kahramana ihtiyacı vardı” der. Yirmi üç günlük zindan ve sorgudan bitkin düşmüş, yüzü gözü tanınmaz haldeki yaşlı bilgin, öğrencisine usulca karşılık verir: “Asıl, ne yazık o ülkeye ki kahramana ihtiyaç duyuyor!”
Kahraman beklemek
Çöküş halindeki toplumun tipik emarelerinden biri de bir “kahraman”ın beklenmesidir. Çöküşün en trajik anında böyle bir umut beliriverir. Bir yerlerden bir kahraman çıkıp gelecek ve gündelik azaba dönüşmüş bütün trajediyi bir anda çözüme kavuşturacaktır. Başka çaresi yoktur. Çünkü toplum herhangi bir ümit vermemektedir.
Kahraman beklentisi iyi bir şey değildir, insanı ve toplumu gereksizleştirir. Heroik misyon denilen ana tema üzerine kurulmuş anlatıların mitsel bir anlatı tarzı olduğunun söylenmesinin sebebi de budur. Kahraman ideolojisi etrafında örülmüş bu türden anlatılar, bir yandan yaşanan dünyayla baş edebilme meselesinde toplumsal bir güçsüzlüğü ifade ederken, bir yandan da bireyin ve toplumun sorunlarının çözümünü onların elinden alıp insanüstü ve irrasyonel olana devrederek onları gereksiz varlıklara dönüştür. Böylelikle de toplumu oluşturan sıradan insanı gerçek bir kurtuluş arayışından da uzaklaştırır. Öyle ya: Excalibur kılıcını saplı olduğu kayadan sadece ve ancak Kral Arthur çıkarabilecekse, benim bu dünyada işim ne?
İnsanları gereksizleştirmek, insanlara yapılacak en büyük kötülüktür.
Peki insanlar ne olmuş da gereksiz duruma düşmüşlerdir?
Onları gereksiz yapan şey, kaybettikleridir. Kaybedilenler listesinin en başında da gerçekliğin açık seçik bilgisi gelir. Gerçekliğin bilgisinden, yani nerede yaşadıklarından ve kim olduklarından habersiz insanlar çekinilecek bir varlık olmaktan çıkarlar, hızla önemsizleşir ve giderek de nerede yaşadıklarını ve kim olduklarını onlara öğretecek kudretli kişilerin nazarında gereksizleşirler.
Kaybettikleri şeyi onlara verecek olan kişi, toplum içinde -hemen kendi gününde olmasa bile zaman içinde mutlaka- kahramanlaşır, saygınlık kazanır.
Herkes saygın bir insan olarak anılmak ister. Galilei de içinde böyle bir arzu taşıyordu mutlaka -herkeste olanın onda olmadığını söylemek için elimizde bir veri yok-. Bununla birlikte, bir bilim insanı olarak çalışmalarını sürdürebilme arzusunu da taşımaktaydı. Kopernik’in Dünya ve gezegenler sistemini kanıtlamak ve böylelikle 17. yüzyıl insanına habersiz olduğu bilgiyi vermek niyetindeydi. Bu uğurda kahramanlığı reddetti. Fakat Kepler’e, Newton’a ilham veren ve bütün modern gökbilimin temel bilgilerini ortaya koyan çalışmalarını da bu sayede gerçekleştirebildi. Galilei’nin insanlığa büyük hizmeti bu oldu.
Galilei’den 33 yıl önce aynı şehirde, yine bir gök bilimci, Dominiken rahip Giordano Bruno ise aynı sebeple yargılanmış fakat Galilei’nin aksine dünya dönüyor demekten vazgeçmediği için odunlar üzerinde ateşe verilerek yakılmıştı. Aydınlanma’nın bu ilk şehidi, kesinlikle bir kahramandı. Dünya sistemini kanıtlama arzusuna erişemedi ama ölürken geride saygın bir insan olmanın ölümsüz imgesini bıraktı. Dünyaya hizmeti de bu oldu. Galilei ise aynı arzuya ancak saygın bir insan olarak görülme arzusundan feragat ederek erişebildi. Geride bıraktığı dünyanın daha iyi bir dünya olmasına hizmet eden de gerçekte bu oldu.
Sanatçı, kahraman olması gereken kişi değildir
Yani… Yalanın, dolanın, zorbalığın ve karanlığın karşısında doğru diyebileceğimiz tek bir tavır yoktur. Kimi Bruno’dur, kimi Galilei. Her türlüsü de saygındır. Yalan, dolan, zorbalık ve karanlık karşısında hangisini temsil ediyor olursanız olun, saygın birisinizdir.
Ama çöküş halindeki toplumlar hep bir Bruno çıkıp gelsin ister, kendini bizim için ateşe atsın. Oysa ne mesih ne kahraman, kendinden başka kendisini kurtaracak özgün bir aracı yoktur insanoğlunun.
Gerçekliğin derindeki anlamı ile yüzeysel dışavurumları karşılıklı olarak birbirini aydınlatır. Ünlü piyanistimizin Cumhurbaşkanı’nı konserine davet etmesi ve sonrasındaki gelişmeler, tartışmalar, bize çöküş halinde bir toplum olduğumuzu gösteriyor.
Sanatçı, kahraman olması gereken kişi değildir. Sanatçı sezgisinin doğru bir politik ferasetle bütünleşmesini bekleyemeyiz. Romanlarında devleşen Balzac, siyaset konuşurken çocukçadır.
Sorgulanması gereken toplumun tavırsızlığı
Sorgulanması gereken, sanatçının tavrından ziyade, toplumun tavırsızlığıdır.
Konser, “meşruiyet ve önderlik bunalımına girmiş egemenin rıza üretme tekniği”ni uygulamasına fırsat verdiyse eğer, bu, bu ülkenin o tekniğin başarıyla uygulanabildiği bir ülke olmasındandır.
Piyanistimiz otoriterleşmenin normalleşmesine hizmet etmiş olduysa eğer, bu, bu ülkenin otoriterleşmenin normalleşebildiği bir ülke olmasındandır.
Bu buluşma, “Yaşasın, Cumhurbaşkanı bizi de seviyor, bu ülkede yaşamamıza itiraz etmeyecek!” gibi sefil bir sevince sebep oluyorsa eğer, bu, bu ülkenin böyle bir sevincin mücbir sebeplerini diri tutan bir ülke olmasındandır.
O nedenle…
Piyanistimiz hakkında konuşurken;
Bu ülke kendisinden bir kahramanlık bekliyordu, çok yazık… demek kolay.
Zor söz, Galilei’nin dediğidir:
Yazık ki bu ülkeye kahramana ihtiyaç duyuyor!