Önce net tarif etmek gerekiyor protestoların nedenini:
Boğaziçili öğrenciler intihalle suçlanan bir ismin üniversitenin bütün geleneklerini yıkan bir biçimde atamasına itiraz ediyor. Bunun karşılığında, atamanın yasalara uygun olduğu söylenebilir. Zaten, protesto hakkını kullananlar da bu yasal düzenlemelerin demokratik ve meşru olmadığını ifade ediyor.
Ardından olup biteni de net tarif etmek gerekiyor:
Ülkenin hiçbir yerinde, hükümetin kararlarını protesto etmek isteyen kimse anayasal bir hak olan toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkını rahatça kullanamıyor.
İşçiler kullanamıyor, ihraç edilen kamu görevlileri kullanamıyor, öğrenciler kullanamıyor, sendikalar kullanamıyor, muhalefet partilerini destekleyenler kullanamıyor, kadınlar kullanamıyor.
Herhangi bir şiddet eyleminde bulunmamalarına rağmen, protestocu öğrenciler ve öğrencilere destek vermek isteyen gruplar sürekli engellemelerle karşılaştı. Sürekli sert müdahaleler yapıldı. Sürekli yasaklar konuldu.
Boğaziçi atamasını sadece Boğaziçi öğrencilerinin protesto edebileceği gibi bir söylem oluşturuldu. “Kutsallara saldırı” düzenlendiği iddia edilerek, Türkiye’nin hiçbir biçimde görmediği görüntüler önce dolaşıma sokuldu ardından bunu dolaşıma sokanlar, “kutsallara nasıl saldırılabilir?” açıklamaları yaptı. Ardından iki öğrenci, neden olduğu bilinmez biçimde tutuklandı.
Hemen ardından LGBT+ tartışmaları başlatıldı. Gökkuşağı bayrağını kullanarak protestoda bulunmak terörizm gibi gösterildi, bilindik söylemlerle, protestoların ekseni yine “aile hayatımız elden gidiyor” eksenine oturtuldu.
Bu tutuklamaları protesto etmek isteyenlere, nereye bakacakları, hangi yoldan yürüyecekleri dikte edilmeye çalışıldı. “Kamu düzenini” bozan hiçbir eylemi olmayan insanlar, kameraların önünde darp edilerek gözaltına alındı. Terörist ilan edildi.
Bazı yazarlar, “yerlilik ve millilik” tartışması açarak, memleketin üniversite niteliği taşıyan üç beş üniversitesinden biri olan Boğaziçi için söylenmedik söz bırakmadı. Kurumun içinin boşaltılacağı, taşınmazlarının, arazisinin farklı şekillerde değerlendirileceği endişeleri yükseldi. Bu endişelere, “yerlilik” ile yanıt verildi.
Tüm bunlara karşı, Boğaziçi öğrencileri ve öğretim üyeleri, kimseye zarar vermeden protesto hakkını kullanmaya devam etti.
Ardından bir mektup yayımlandı. Hakaret içermeyen, eleştiri hakkının kullanıldığı “12. Cumhurbaşkanına açık çağrı” başlıklı mektupta, mektubun soruşturmaya neden olabileceği bilgisi bizzat yazanlar tarafından vurgulandı.
İktidarın mutlak haklı olduğuna söyleyen bütün koroya karşı Boğaziçili öğrenciler, tarihi göndermeler içeren kelimelerle ‘Siz padişah değilsiniz, biz de tebaanız değiliz’ diyor.
Öğrencilerin mektubuna yanıt hem yargıdan hem Çakıcı’dan geldi.
Boğaziçi Dayanışma hesabını kullandığı iddiasıyla gözaltına alınan Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi öğrencisi Beyza Buldağ tutuklandı. Buldağ, “Suç işlemeye alenen tahrik etme” ve “Halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etme” ile suçlandı. Tutuklama gerektirmeyen suçlar bu kez öğrenciler için uygulanıyordu. Buldağ, son halka oldu.
Tutuklama yetmedi… Hücre hücre kutuplaştırılan memlekette, hiçbir konu kendi ekseninde, olağan biçimde konuşulamadığı için, başka bir dilin devreye girmesi gerekti. Organize suç örgütü lideri Alaattin Çakıcı, bilindik ABD, batı karşıtı söylemleriyle mektup yazdı bu kez. “Robert Koleji mezunları bir damarı hep ABD ekseninde olmuştur”, “Devletimizin teminatı olan, devletimizin teminatı ve Cumhur İttifakı’na zarar vermek için rektörü istifaya davet etmektedirler.” “Sayın rektör, şunu hatırlatmak isterim. Lütfen! Sakın, istifa etmeyiniz”, “İstifa ederseniz bu terörist eylemcilerin önünü açarsınız”, “Bu kutlu ittifakta gedik açmaya hakkınız yok”, “Arkanızda Türkiye Cumhuriyeti devletinin ve aziz milletimizin olduğunu unutmayınız” ifadeleriyle, rektörlüğe getirilen Melih Bulu’ya, istifa edemeyeceğini iletti.
Bulu’nun zaten iradesiyle istifa şansı olmadığı ortada… Bu saatten sonra hiçbir biçimde edemeyeceği de…
Vahim olan, protesto hakkını kullanan öğrencilerin ite kaka terörizm çuvalına sokulmak istenilmesi, bu olmayınca asla gerçekten bu suçu işleyen insanlara uygulanmayan “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” suçunun faili kılınmaları.
İnsan kaçırmanın, tehditte bulunmanın meseleden sayılmadığı memlekette, tehlikeli sayılan kesim, bu öğrenciler.
En az yüzde 25 oy alan memleketin ana muhalefet partisinin liderine, “Akıllı ol", "Vatan hainleri ile Bahçeli'yi bir kefeye koyarsan hayatının hatasını yaparsın", "kazığa oturturum" diyerek mektup yazmak halkı kin ve düşmanlığa tahrik sayılmıyor. Basit tehdit gibi sayılıp, yalandan bir soruşturma açılıp, laf olsun diye ifade alınıyor. Ama öğrenciler iktidarın politikalarını anayasaya uygun biçimde protesto ettikleri için olmadık hakaretlerle cezaevine konuluyor.
Durmadan hakaret edilen, terörist denilen, her fırsatta aşağılanan, yurttaş bile sayılmadıkları sürekli vurgulanan, iktidarın politikalarını benimsemeyen, protesto hakkını kullanan insanlara ne yapılırsa, ne söylenirse söylensin, soruşturma konusu olamıyor ama hakaret, tehdit içermeyen, düzgün bir üslupla kaleme alınmış mektup, bir sürü suçun konusu olabiliyor.
İki Türkiye’nin özeti iki mektup sosyal medyada dolanıyor. Memleketi hiç bilmeyen birine iki mektubu da okuyup, hangisini yazanın suç işlemiş olabileceğini sorduğunuzda alacağınız yanıt belli. Ve Türkiye’de o yanıtın tam aksinin uygulandığını söylediğinizde kimsenin şaşırmayacağı da ortada.