1999, Ulucanlar Cezaevi…
Şimdi müze olan, Ulucanlar Mahallesi'nin tam ortasındaki cezaevinin üzerinden dumanlar yükseliyor. Sabahın erken saatlerinden itibaren, cezaevine çıkan tüm yollar, polis bariyerleri tarafından mahkûmların yakınlarının yaklaşmasını engellemek için kesiliyor.
Beklenmedik bir operasyon değil bu. Mahkûmlar, uzun süredir operasyonun yapılmasını bekliyor.
Ankara'nın bozkır sıcağında, 20-30 kişilik siyasi koğuşlara, yandaki koğuş boş olmasına rağmen 60-70 tutuklu ve hükümlü konulması operasyonun ilk habercisi. Bütün taleplere rağmen yandaki koğuş açılmıyor. İnsanlar yerde yatıyor, sırayla yatakta uyuyor. Ve aslında kimse uyuyamıyor.
Her duruşma günü, duruşmaya gidecek tutuklular olmadık uygulamalarla karşılaşıyor.
Cezaevinde tüm bunların anlamı biliniyor, bu nedenle, temkinli davranılmasını salık veriyor birbirlerine mahkûmlar.
Uygulamalara tepki için sayım vermeme, yan koğuşu işgal gibi eylemler yapılıyor. Tek amaç, insani muamele görmek…
Cezaevinde yatan kritik bazı isimler, bu gerilim sürerken sürpriz biçimde tahliye edildiklerinde, artık operasyonun iyice yaklaştığı anlaşılıyor.
Çok da beklenmeden, bir gece yarısı başlıyor operasyon zaten.
Günün ilk ışıkları Ankara'yı aydınlatırken, önceden hazırlanmış açıklamalar piyasada:
"10 mahkûm, güvenlik güçleriyle çatışmaya girdi ve etkisiz hale getirildi."
Ancak adli tıp raporları böyle söylemiyordu.
Ölenlerin tamamının bedeninde ağır işkence izleri vardı. Öylesine ağır işkenceden geçirilmişlerdi ki bazılarını yakınları, yakından bile teşhis edemiyordu.
Uzun uğraşlardan sonra sorumlular hakkında dava açıldı.
Ancak ne gariptir, ceza talep edilmeden. İddianamede, "bu kişileri yargılayın ama cezayı gerek yok" deniliyordu açık açık.
Dava, cezasızlıkla sonuçlandı.
* * *
1 yıl sonra, bu kez Burdur Cezaevi'nde, yazın en sıcak günlerinde operasyon yapıldı. F tipi cezaevlerinin inşaatları bitme aşamasına gelmişti ve cezaevlerine bir gözdağı vermek gerekiyordu.
Veli Saçılık'ın, dozer kepçesinin darbesiyle kolunu kaybettiği operasyondan sonra işkence fotoğrafları, ağır tacizlere ve işkenceye maruz kalan kadınların anlatımları doldurdu dosyaları.
Yine kimse cezalandırılmadı.
Olan olmuştu, devletin elini soğutmak olmazdı.
* * *
Hemen ardından F tipi cezaevleri tartışması başladı. Pazarlıkların hiçbiri sonuç vermedi. Mahkûmlar, tek kişilik odalarda yatırılmalarını insan haklarına aykırı buluyor, hepsi bir yana mevcut sistemde bunun can güvenliğini tehdit eder nitelikte olduğunu söylüyorlardı.
Ölüm orucu eylemleri başladı.
Bir yandan aydınlar, hukukçular, sanatçılar, yazarlar aracılığıyla üç kapının açık olacağı, mahkûmların havalandırmada bir arada olabileceği, can güvenliklerinin sağlanacağı ölüm orucu yapan gruplara bildiriliyor ama bir yandan operasyon hazırlığı yapılıyordu.
Aynı anda F tipi cezaevleri, o dönemin ünlü gazetecilerine gezdiriliyor, içlerinden bazıları, burada kalsa ne de güzel kitaplar yazabileceğini anlatıyordu.
Yıllar sonra cemaat yargısının kumpas operasyonları başladığında, değil kitap yazmak, okumanın bile kolay olmadığı anlaşılacaktı.
Mahkûmların ölüm orucu eylemi ve can güvenlikleri gerekçe gösterilerek, "Hayata Dönüş" adı verilen ancak gerçek adı planlamalarda Tufan olan operasyon yapıldı.
Operasyondan bir gün önce, bazı cezaevlerinden yapıldığı iddia edilen telefon konuşmaları sızdırıldı basına. Mahkûmlara, operasyon olursa kendilerini yakma talimatı verildiği söylendi. Aslında mahkûmların böyle bir açıklaması da vardı ama kimse operasyon yapılmasın diye yapılan bu açıklamanın sonuçlarının böylesine ağır olabileceğini kestirmemişti.
Operasyon yapıldı. Bazı mahkûmlar kendilerini yaktı gerçekten. Büyük bölümü ise çatılardan atılan garip maddelerle yakıldı. Gazlı battaniyeler üzerlerine atılarak, kurtulmaları engellenmeye çalışıldı. Kimi hayatını kaybetti, kimi yüzünü, kimi geleceğini…
Cep telefonuyla talimat verildiği iddia edilen cezaevinden ise ne yanık ne de sağlam bir telefon çıkmamıştı.
Türkiye genelindeki tüm cezaevlerinde eşzamanlı yapılan operasyonda, insanların ölümüne neden olacak materyaller kullanıldığı adli tıp raporlarıyla sabit olmasına rağmen, açılan soruşturmalar sonuçsuz kaldı. Rütbeli subaylar, planlamaları yapanlar hiç yargılanmadı. Bir grup asker hakkında açılan dava ise 20 yıldır sürüyor.
* * *
Bütün bu olaylar yaşanırken, Çağdaş Hukukçular Derneği bir grup avukat, hep oradaydı. Halen cezaevinde bulunan ÇHD Başkanı Selçuk Kozağaçlı ve arkadaşları, bu dosyaların ceza ile sonuçlanması için yıllarca mücadele etti. Halen ölüm orucu eylemini sürdüren Aytaç Ünsal, Ebru Timtik ve cezaevindeki diğer avukatlar, bir kez olsun bir sorumlunun cezalandırılması için bütün hukuki yolları kullandı.
Sonra sıra kendi dosyalarına geldi. Yıllar önce yargılandıkları ve beraat ettikleri dosyalar yeniden açıldı. Bin bir dosya için ayrı ayrı ifade veren itirafçı ifadeleri eklendi, avukatların dosyası ceza ile sonuçlandırıldı.
Ebru Timtik ile Aytaç Ünsal, ölüm orucu eylemine böyle başladı.
Adil yargılanmak için.
Talepleri ne af, ne yardım… Sadece adil yargılanmak istiyorlar.
Kimsenin adil yargılama yapılmadığı konusunda şüphesinin olmadığı yargı sisteminin bir kez olsun yanıt vermesini istiyorlar.
Sadece konser verebilmeyi istediklerini belirterek ölüm orucu eylemi yapan Helin Bölek ile İbrahim Gökçek öldü.
Sadece, "konser yapabilirsiniz, duruma bakacağız" demek bile yeterliydi, öldüler.
Mustafa Koçak, sadece, "dosyaya bakacağız, bir adaletsizlik varsa elbette düzeltmek gerekir" denilmediği için öldü.
İnsanın bedeniyle adaleti araması, bedenini açlığa yatırarak bunu talep etmesi ürkütücü ve korkunç…
Türkiye'de, özellikle son yıllarda yapılan eylemler, ölümlerin bu kadar normalleştiği, rahatça "ölsünler" denilen bir coğrafyada, ölüm orucu eylemlerinin adalet arayışı için bir yöntem olamayacağını gösteriyor.
Ancak insanlar, bunun için açlığı, ölümü göze almışsa, ölüyorsa, kim bunun doğruluğunu yanlışlığını tartışabilir ki… Kim, "Keşke bıraksanız" temennisinden fazlasını dile getirebilir. Dile getiriyor zaten hak savunucuları bunu. Eylemi yapanlara sürekli söylüyor.
Yapılması gereken basit…
Bu kez hukuki mekanizmaların işletilmesi, önce "kaçma şüphesi " gibi komik gerekçelerle reddedilen tahliye taleplerinin yerine getirilmesi, sonra da eyleme gerekçe gösterilen, "adil yargılanma, adalet arayışı" konusunda dosyaların yeniden ele alınacağının söylenmesi.
Ya da her zaman yapıldığı gibi, güçlü devletin böyle olacağı zannedilerek, "ölsünler, kendileri bilir" denilebilir, mümkün.
Ama vatandaşlarının hak talebi uğruna ölmeleriyle güçlenseydi bir devlet, herhalde bugün farklı bir ülkeden söz ediyor olurduk.
Aytaç Ünsal ve Ebru Timtik için harekete geçilmesi, ölümlerinin engellenmesi, eylemlerinin sonlandırılması için basit adımlar gerekiyor.
Ve inatla söylemek…
Bu memleket, ölümlere göz yumarak değil, büyük ve bereketli sofralarla, herkes adaletten, ekmekten, özgürlükten eşit pay aldığında büyüyecek.