09 Mayıs 2020

Ahmet, İbrahim ve bir tecavüz hikâyesi

İster müzisyen, ister asker, ister savcı, ister çocuk… Ölümün doğal karşılandığı, çabuk alışıldığı coğrafyalardan biri burası… Ölümler, kalımlar, kalanlar, diyaloglar hep aynı

İbrahim Gökçek öldü. Helin Bölek, Mustafa Koçak…

Adil yargılanmak, Grup Yorum’a yönelik konser yasaklarının kalkması talepleriyle başladıkları ölüm orucu eylemlerinin sonunda yaşama veda ettiler.

İbrahim Gökçek, hastanede son nefesini verdikten sonra, sosyal medyada, "Geberdi" başlığı hızla üst sıralara çıktı. Altında nefret mesajları…

Herkes teröristti mesajlara göre. Evinde bulunmayan kalmamıştı, eli kanlı, azılı bir katildi... Bu kadar "tehlikeli" bir teröristin neden tahliye edildiği, tutuklu bulunduğu süreçte bu kadar kanıt varken neden itirafçı ifadelerine başvurulduğu, dosyasına ilişkin detaylar yoktu elbette mesajlarda.

Gerek de yoktu.

İktidarın "terörist" diye işaret ettiği herhangi birisi, suçlu da olsa suçsuz da teröristti. Artık işarete bile gerek kalmıyordu. Kimin işaret edileceği öğrenilmişti, biliniyordu.

* * *

Kötülüğün saf, doğrudan insanın kalbini hedef alabilen bir hâli var.

Bazen mizah, bazen siyaset adı altında çıkıyor ortaya. İbrahim Gökçek’in ölümünden önce ve sonra çıktığı gibi…

"Arzu ettiğim zayıflık" diyerek resmini paylaşanlar, "Teröristin orucu olmaz" başlıkları atanlar…

İnsanlar, gözümüzün önünde bedenlerini aç bırakarak öldü.

Öldüler… Yok dahası…

Ölüm orucu eyleminin yakıcılığı, talepler kabul edilse de edilmese de sonuçları öylesine vahim ki yıllarca yakından tanıklık etmiş olsanız da bu eylemi yapanlara ve yaşananlara, o derin ikilemden kurtulamıyorsunuz.

Bir tarafta bedenini 300 gün aç tutabilen, adalet mücadelesini başka türlü verme şansının kalmadığını söyleyen bir insanın sözleri duruyor. O sözlerin üzerine basıp geçemiyorsunuz.

Diğer yanda ne olursa olsun bir eylem biçimi olarak ölüm orucunu kabullenememek, insanın bedenini hedef alan bu eylem biçimine, bir eylem biçimi olarak bakamamak. Bu eylemin, nedenlerinin, kendisinin yarattığı öfke…

Ama karşı da olsanız eylem biçimine, "Ölüm orucuna karşıyım" diyerek işin içinden çıkılmıyor. İnsanlar, siz ne düşünürseniz düşünün bu eylemi yapıyor. Hak savunucuları, arkadaşları, dostları bırakmaları için bin bir söz söylese de etki etmiyor. Sonra koşuşturma başlıyor. Ölüm orucuna kendileri de karşı olan bir avuç insan koşuşturuyor… Belki küçük bir temas, çözüm yolunu açabilecek bir diyalog… Her yer kapı duvar. Bir küçük boşluk bulunursa oradan giriliyor. Yaşatmak, hayatta tutmak gerekiyor.

Hayır, öyle, "örgüt emri" denilerek de işin içinden çıkılmıyor. "Bıraksınlar işte" diyerek de olmuyor. Ses olmak, belki iradesine karşı yüksek sesle, "Hayatta kalmanı istiyoruz" diyerek, tepki görmek pahasına o kişiye, çevresine baskı yapmak, belki sesine ses olunacağı güvencesi vermek, bütün kanalları zorlamak, her birini eşzamanlı yürütmek gerekiyor.

Ama siz ne yaparsanız yapın, ne söylerseniz söyleyin. Şiddete, ölüme ne kadar karşı olursanız olun, kimsenin algısı zerre yerinden kıpırdamıyor.

İbrahim Gökçek

* * *

İster müzisyen, ister asker, ister savcı, ister çocuk… Ölümün doğal karşılandığı, çabuk alışıldığı coğrafyalardan biri burası… Ölümler, kalımlar, kalanlar, diyaloglar hep aynı:

  • "İbrahim Gökçek öldü…"
  • "Teröristti zaten gebersin… Onlar da şu eylemleri yapmışlardı…"
  • "Ama Grup Yorum’un ilgisi yok bunlarla. İbrahim Gökçek’in yok. Bak 3-5 sene önce sizin kanallarınızda bu gruba yapılan baskılar konu ediliyordu…"
  • "Ders almadılar. Şanslarını kullanamadılar."
  • "Peki Ahmet Ataç…"
  • "Onun da babası teröristti…"
  • "8 yaşındaydı daha…"
  • 15 Temmuz’da biz sokaklara çıkarken…

Ölümün buralardaki değersizliğinin bir başka örneğini küçük Ahmet’in baba özlemiyle yaşama veda ettiği sırada gördük. Kanser hastası 8 yaşındaki Ahmet Ataç, FETÖ’ye yardım suçlamasıyla tutuklu yargılanan babasını görebilmek için defalarca çağrı yaptı. Annesi de kısa süre cezaevinde yatmış, adli kontrolle serbest bırakılmıştı. Yurtdışında tedavisinin daha etkili olabileceği söylendi ancak annesine zamanında gerekli izinler verilmediği için bu da mümkün olmadı. Babasıyla sadece bir kez görüşme şansı buldu. Kanserin artık Ahmet’i alacağının anlaşıldığı aşamada, savcılığa, babasının yattığı cezaevi idaresine doktor görüşlerini de içeren dilekçeler sunuldu. Babasının, en azından oğlunu son kez görmesine, baba-oğulun vedalaşabilmesine olanak sağlanması istendi. Hayır, tutuksuz da yargılanması mümkün olan babayla ilgili tüm talepler duvara çarptı, kaldı. Darbenin mimarlarını, organizatörlerini, savcılarını, hakimlerini elinden nasılsa kaçıran devlet, Ahmet’in babasını tutmakta buldu çareyi.

Ölebilirdi… Ne de olsa Ahmet de babası da "bizden değildi." Tıpkı İbrahim Gökçek gibi…

Ahmet Ataç

* * *

"…Kafama torba geçirip saçımdan tutup sürükleyerek binanın içerisinde başka bir yere götürdüler… Oturacağım pozisyonda arkamı çevirdiler. Arkamda bir polis vardı. ...(İfadesinin bu bölümünde nasıl cinsel saldırıya uğradığını ayrıntılı anlatıyor.)

Bunu defalarca yaptılar. Sonra biz polis değiliz biz IŞİD'iz devlet bize karışamaz, hiçbirinizi yaşatmayacağız, hadi gelip seni kurtarsınlar diyorlardı… Beni adli adli kontrol için hastaneye götürdüler. Tüm vücudumda darp izleri vardı, göğüslerimde aşırı ağrı ve morluklar içindeydi. Ama hastanedeki doktor polislerin isteği üzerine sağlam raporu verdi. Belki psikolojik olarak bende açılan yaraları doktor görmemiş olabilir. Ama vücudundaki işkence izlerini görmemiş olması için kör olması lazım…"

Bu ifadeyi veren kişinin kimliği açık bir test aslında bütün olanlar bitenler hakkında.

Bu ifadeyi bir Filistinli verdiğinde, söylenecekler değişiyor. Bir IŞİD mensubu verdiğinde de öyle. Ya da bir solcu genç verdiğinde…

Bu ifade, 2015’te Şanlıurfa TEM’de sorgulanan bir kadına ait.

Anayasa Mahkemesi, kadının işkence gördüğü ifadesiyle ilgili savcılığın soruşturma bile açmadığını tespit etti. Aylar sonra kadın ikinci kez resmi başvuru yaptığında, bir zahmet açtığı soruşturmayı hemen takipsizlikle sonuçlandırdığını… Anayasa Mahkemesi, kararında, savcılığın kamera kayıtlarına bile bakmadığı, aynı gün nezarethanede bulunan tanıkları dinlemediğini, iddialarla ilgili ifade bile almadığını tespit etti. Karara göre, ilgili polisler ve kadın için "sağlam" raporu veren doktor yeniden soruşturulacak.

Tereddütlü sesler başlıyor bu aşamada değil mi?: "Kim yapmışsa hata etmiş", "Kadın da kim bilir ne yapmış?"

Bu kişi, Şanlıurfa’da bir parti binasına el yapımı patlayıcı attıktan sonra kaçarken vurularak yakalandı. Bu eylemi kabul etti ve kızgınlığından yaptığını söyledi. İddiasına göre, polisler iki polisin öldürülmesi dahil farklı eylemleri de kabul etmesi için işkence yaptılar ve hakkında bu iddiayla dava açıldı.

Şimdi sesler iyice değişti: "Terörist işte, başka ne yapacak polis?"

Bir tarafta kişiler, insanlar, bir tarafta devlet yok. Devleti temsil ettiğini iddia edenlerin de "bizden, onlardan" ayrımı yapma, yasal sınırların dışına çıkma hakkı yok.

Adalet, bir toplumun geneli tarafından hassasiyetler paylaşıldığında bulunabilecek bir adres.

Ve kesin olan o ki çok yanlış sokaklarda doğru adresi arıyoruz.

Yazarın Diğer Yazıları

Deprem skandalı: Her şeyden sorumlu Cumhurbaşkanlığı, İsias Otel'de, yıkılan tüm binalarda sorumsuz

Kentler yıkıldı, binlerce insan öldü ancak uçan kuştan bile sorumlu Cumhurbaşkanlığı'nın hizmet kusuru olduğunu iddia etmek bile mümkün değil

Devlet, ağzındaki baklayı çıkardı: "Ölmeniz, tedaviden daha ucuzsa…"

Devlet, ölüm durumunda ödeyeceği tazminat yüksek değilse, ilaç bedelini ödemek yerine ölmemizi tercih ediyor

Bir gün tek başına

Her insanın tek başına olduğu bir zaman gelir. Öyle yalnız başına zaman geçirmek gibi değil. Tek başına olduğunu idrak ettiği bir zaman. Çekilmemiş fotoğraflar bazen yüzüne yüzüne de vurur. Düşüncelerini kaplamak gibi değil. Mutlaka olur, anlarsın ya da anlamazsın olanı biteni ama mutlaka olur