10 Nisan Cuma gece yarısından başlayarak büyükşehirlerde iki gün süre ile sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Aslında bilim insanlarının ve konu ile ilgili uzmanların sokağa çıkma yasağı ile ilgili talepleri haftalardır dile getiriliyordu. Bu talepler sadece bilim insanları tarafından değil halkın önemli bir kesimi tarafından da kabul görüyor ve savunuluyordu. Halkın büyük bir bölümü "özgürlükler" ve "yasaklar" ikileminde yasakları seçiyordu. Bu seçimin her ne kadar paradoksal yanları olsa da, bu tercihin ana nedeni "ölüm" ve "yaşam" arasındaki ikilemde yaşamdan yana tercihin yapılmasıydı. Hayatta kalmak öncelikli tercihti ve bunu sağlayacak bazı yasaklar bazı durumlarda özgürlüklere tercih edilebilirdi. Üstelik halkın tercihi iş güvencesi ve ekonomik anlamda yeterli desteğin sağlanması durumunda bu yasağın uzun süreli olmasından yanaydı. Kuşkusuz bu tercih önümüzdeki günlerde felsefe ve psikologların temel tartışma noktalarından biri olacaktır.
Covid-19 salgınının yayılım hızının yavaşlatılması açısından karantina uygulaması daha önceki veba, SARS ve Ebola salgınlarından edinilen deneyimlerle şu an için zorunlu bir uygulamadır. Karantinanın zorunlu değil gönüllü olmasının ise hem yetkililerin hem de halkın işini kolaylaştıran bir etmendir. Halk bu konuda günlerdir eve kapanmaya istekli gibi görünmektedir. Üstelik halkın hastalığın yayılması ve karantina konusunda bilgi sahibi olmasının belirsizlikleri gidereceği ve işlerin daha kolay olacağı hesap ediliyordu. Günlerdir televizyonlarda ve sosyal medyada enfeksiyon konusunda her türlü tartışma yapılmış ve halkımız neredeyse küçük çapta "enfeksiyon hastalıkları uzmanı" bile olmuştu.
Ne oldu da insanlar sağlıklarından olma pahasına sokakları ve marketleri doldurdular?
Peki ne olmuştu da 10 Nisan'da iki saat önceden ilan edilen sokağa çıkma yasağı halkı tedbirsiz bir şekilde sokağa dökmüş, günlerdir üstüne basa basa yetkililerce vurgulanan "sosyal mesafe" kuralları ihlal edilmiş ve çoğunluk maske bile takmamıştı? Enfeksiyona karşı günlerdir verilen mücadele bir çırpıda sekteye uğramıştı. Konu ile ilgili olarak sokağa çıkan insanların yeterince "zeki" olmadıkları ve "cahil" oldukları yönünde tespitler yapıldı. Bu konudaki tespitlerden birisi de günlerdir televizyondaki tartışmaları akan bir şelaleye benzetip, herkesin "testi"sinin büyüklüğü kadar şelaleden su aldığı idi.
Aslında ne oldu da insanlar sağlıklarından olma pahasına sokakları ve marketleri doldurdular? Bunun cevabını ancak kanımca davranış bilimlerinde ortaya konan bazı teoriler yardımı ile verebiliriz.
"İhtiyaçlar hiyerarşisi"
Bu teorilerden ilki 1943 yılında Abraham Maslow tarafından ortaya konan "ihtiyaçlar hiyerarşisi"dir. Maslow’un "ihtiyaçlar hiyerarşisi" beş düzeyde tanımlanmıştır. Maslow ihtiyaçlarımızın belirli bir sıra ile karşılanması gerektiğini ifade etmiştir. En temel ihtiyaçlarımız yemek, su içmek, nefes almak, uyku ve boşaltım gibi fizyolojik ihtiyaçlarımızdır. Bun ihtiyaçların hepsi hayatta kalmamız için gereken temel gereksinimlerdir. İkinci seviyede güvenlik ihtiyaçlarımız gelmektedir. Güvenlik ihtiyaçlarımız arasında ise kaynakların güvenliği, iş güvenliği, sağlığımızın güvenliği, ailemizin güvenliği ve mülkiyetimizin güvenliği sayılabilir. Diğer ihtiyaçlar ise üçüncü, dördüncü ve beşinci sıra ihtiyaçlar olan ait olma, sevgi saygı ve kendini gerçekleştirmedir. Bu ihtiyaçlarımızın hepsi ancak fizyolojik ihtiyaçlarımız karşılandıktan sonra gerçekleşir. Bu teoriye göre o an baskın olan gereksinimiz hangi kategoride ise davranışlarımızda ona göre olacaktır. Kural olarak yaşanan yoğun stresler kişileri geliştikleri ve ilerledikleri aşamalardan daha geriye doğru çekebilir. Pandemi süreci ile birlikte Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde fizyolojik ve güvenlik ihtiyacımız diğer ihtiyaçlardan daha baskın bir hale gelmiştir. Bu nedenle sokağa çıkma yasağı insanlarda temel ihtiyaçlara erişemeyecekleri noktasında "panik hali" yaratmış ve insanların "düşüncesizce" sokağa çıkmasına neden olmuştur.
Çok iyi bilinmektedir ki "panik hali" sağlıklı bilgi akışını keserek insanların düşüncesini paralize etmekte ve sağlıklı düşünmesinin önüne geçmektedir. Panik atağı geçiren birisi daha önce defalarca panik atağı geçirmiş olsa bile o an sanki ilk defa panik atağı geçiriyor ve ölecekmiş gibi hisseder. Normal zamanlarda böyle düşündüğüne kendisi de anlam veremez ama panik atağı sırasında her türlü olumsuz düşünce aklına gelir ve istemediği davranışları sergileyebilir. Panik birincil, bilgi ikincil kalır. Bu nedenle günlerdir medyada halkı bilgilendirmeye yönelik brifingler ve tartışmalar işe yaramamış gibi görünmektedir. Önemli olan paniğin ortaya çıkışını önlemek ya da panik ortaya çıktı ise onu idare edebilmektedir.
"İyimserlik yanlılığı"
Bu süreci açıklayabilecek ikinci teori ise "iyimserlik yanlılığı" dır. Bu teoriye göre bireyler olumsuz sonuçların kendi başlarına gelme olasılığının, başkasının başlarına gelme olasılığından daha düşük, olumlu olaylar yaşama olasılığının ise başkalarından daha yüksek olduğunu düşünme eğilimindedirler. Bu teoriye göre kişi, "başkalarına olabilir ama bana bir şey olmaz", "benim olduğum yerde olmaz, olursa da bana bir şey olmaz" ve "ben herkesten daha güçlüyüm" diye düşünür. Örneğin sigara içen bir birey, sigaranın akciğer kanserine neden olma olasılığının olduğu bilincindedir, ancak kendi başına gelme olasılığının düşük olduğuna yönelik bir iyimserlikle sigara içmeye devam eder. Sokağa çıkma yasağı ilan edildikten sonra sokağa çıkan kalabalıklarda da gerçekçi olmayan iyimserliğin olduğu düşünülebilir. Bu kişilerin düşünüş biçimine göre, virüs bu davranışları sırasında kendilerine bulaşmayacaktır. Adeta virüs kendilerine "torpil" geçecektir. İyimserlik yanlılığının bazen ruhsal yönden koruyucu etkisinin olmasına karşın, sokağa çıkma yasağının ihlal edilmesi sırasında fiziksel sağlıklarını riske ettikleri bir gerçektir.
Medya aracılığı ile toplumdaki farkındalığı artırmayı hedefleyen kampanya ve bilim insanları tarafından verilen bilgilerin sokağa çıkma yasağı başlamadan önceki birkaç saat içerisinde görüldüğü gibi yeteri düzeyde amacına ulaşmamasının nedenlerinden biri, bireylerin kampanyanın doğrudan hedeflediği kişilerin kendileri değil, kendilerinden daha çok risk altında olan kişiler olduğu biçimindeki düşünceleridir.
Bütün bu yaşananlar karşısında ne önerilebilir?
Halka yaşanan süreçle ilgili doğru ve gerçekçi bilgilerin verilmesi ve halkta doğru bilgilendikleri yönünden bir inanç oluşması ile birlikte, bireyler sosyal medya aracılığı ile yayılan komplolara itibar etmeyeceklerdir. Bundan sonra sokağa çıkma yasağı uygulanacaksa, daha önceden nedenleri konusunda halkın aydınlatılması ve temel ihtiyaçlarının nasıl karşılanacağı noktasında ayrıntılı planlamalar yapılıp kitle iletişim araçları aracılığı ile halkın bilgilendirilmesi gereklidir. Ayrıca bilim kurulunda süreci yönetme noktasında halk ile iletişimi sağlamak açısından bir toplum ruh sağlığı uzmanının da görevlendirilmesi süreci yönetmek açısından yararlı olacaktır.
Prof.Dr. Fuat Torun
İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi
Tıp Fakültesi
Ruh Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi