Bu yazıda neler anlattığımı unutacak kadar çok zaman geçmiş aradan. Baskısı tükenen kitabın yeniden yayımlanması vesileyle yazımı tekrar okuyunca eski günlüklerini karıştırıp şaşıran insanlar gibi ürperdim.
Bu defa kitabın çevirmeni İlknur Özdemir’in birbirlerine tutunan iki şair/yazar arasındaki ilişkiye dair bilgi notunu da ekledim:
“2. Dünya Savaşı sonrası, işgal altındaki Viyana: Almancanın yaşayan en önemli iki şairi arasındaki aşk o günlerde bu kentte başladı. Nasyonal Sosyalist Parti’nin eski bir üyesinin kızı olan Ingeborg Bachmann orada felsefe eğitimi görüyordu, Paul Celan içinse Viyana bir ara istasyondu. Almanca konuşan bir Yahudi ailesindendi, vatansızdı. 1948 Mayıs’ında tanıştılar. Haziran sonunda Celan Paris’e gitti. Bu ayrılışı izleyen mektuplar önce seyrekti, kesintilerle ilerledi, sonra da durmadan yenilenen dramatik evrelerle sürdü. 1961 sonunda hem mektupları, hem de buluşmaları sona erdi; aynı dönemde Celan mesleğiyle ilgili haksız suçlamalar nedeniyle ağır bir ruhsal bunalım yaşamaktaydı. Ölümüne kadar kurtulamadığı bu sinir krizleri nedeniyle zaman zaman ve uzunlu-kısalı sürelerle psikiyatri kliniklerinde tedavi gördü”.
‘Aşka bir sanat eseridir’
Celan 1970’in Nisan’ında Paris’te kendini Sen Nehri’ne atarak yaşamına son vermişti. Bachmann ölmeden evvel yaptığı bir söyleşide, “Özlemini çektiğim şey, bir gün gelecek. Belki de gelmeyecek çünkü onu hep yıktılar. Gelmeyecek ama inanmazsam geleceğine artık yazamam” demişti. Bir gün geleceğine inandığı şeye inanmaktan vazgeçtiği gün onu Roma’daki evinde sigarasıyla çıkan yangından kalanların arasında buldular. Bir sürü uyku hapı almıştı, artık sadece uyumak istiyordu sanırım.
Bachmann, kendisine “Her erkek ve her kadın aşık olabilir mi” diye soranlara “hayır, çünkü aşk, bir sanat eseridir” demişti. Ona hak veriyorum. Bazılarının sevme yeteneğine sahip olmadığını ve bu korkunç zaaf yüzünden sürekli ürkütücü bir maskeyle dolaştklarını düşünüyorum. Ama o ‘sanat eserini’ yaratmanın ve günü geldiğinde yok etmek istemenin de ağır bir bedeli var kuşkusuz. İki ‘yazı insanı’ arasındaki yazışmalar kuşkusuz özeldir ama yaşadıkları çağın sıkıntılarından, edebi dünyalarından bağımsız ele almak da çok doğru olmaz. Bu anlamda mektupları kitabın arkasındaki açıklamalarla okumakta fayda var.
“Seni ve masalımızı özlüyorum” yazmış Bachmann umutsuz şairi Celan’a. Bu yazışmaların görünmeyen kısmında nasıl bir ‘masal dünyası’ kurduklarını bilemeyiz ve bence cazip olan yanı da bu aslında. Ben onları Ingeborg’un müthiş bir sadelikle arzuladığı gibi hayal ediyorum. Şiir tam da orada, o eksik arzuda, birbirlerinde tamamlanan parçalarında saklı çünkü: “Beni Seine Nehri’ne götür, küçük balıklara ve birbirimizi yeniden tanıyana kadar bakalım sulara”.
Acının birleştirdiği şairler Ingeborg Bachmann – Paul Celan
Bir süredir zorunlu sürgündeyim. Evimden, kitaplarımdan, yatağımdan, bildiğim eşyalardan uzakta bir yerde öyle duruyorum. Bu yabancılaşmanın insanın kendisiyle arasına soğuk bir mesafe koymasına yardım eden bir cazibesi de var aslında. Sığındığım ev bugünlerde kimsesiz. Çatı katındaki küçük pencerenin demir parmaklıkları arasından kurşuni gökyüzüne bakakalıyorum. Ya da kunt kütüphanenin önünde dikilip hiç tanımadığım bir yazarla tanışmayı bekliyorum. Gözüm daha ziyade okunmaktan yıpranmış olanların sırtlarında. Bazen üst üste yığılmış odunlardan büyük bir parça seçip içinden tutuşan narlar gibi harlanan korların üzerine atıveriyorum. Kuru bir ağaç belinden kırılıp toprağa devrildiğinde insan dünyanın da orta yerinden çatlayacağını zanneder ya, onun gibi tok bir ses işitiliyor. Sonrası hiç bitmeyecek olan hayali bir mutluluk anı gibi hissedilen çıtırtılı sessizlik... Ateşin sıcağıyla gevşemiş ahşabın üzerine mücadeleden uzun zaman önce vazgeçmiş yorgun bir kaplan gibi uzanıyorum. Huzursuz düşünceler de usulca ateşe karışıyor. Vivaldi’nin mandolin için yazdığı konçertolar çocukluktan kalan eski bir şarkı gibi. Bazen bir duduk ustasının kederli melodileri çınlıyor duvarlarda. En çok Chopin’i yalın duyguları belli belirsiz kışkırtan basitliğini seviyorum galiba. Hep aynı baladları dinliyorum, serçeler sekip duruyor omuzlarımda.
Tanrı kızdığında gökyüzü huysuz bir ihtiyar gibi bağırıyor. O zaman aniden irkilip “şair mektuplarını” okumaya devam ediyorum... Uzun ahşap sehpanın üzerine şiir kitapları saçılmış. Arada şımarıklık yapıp ‘mısralardan fal tutma’ oyunu da oynuyorum. İlk açtığım sayfada Edip Bey, sözcükleri seven âşıklara mırıldanıyor: “İçinden doğru sevdim seni/ bakışlarından doğru sevdim de/ ağzındaki ıslaklığın buğusundan/ sesini yapan sözcüklerinden sevdim bir de/ beni sevdiğin gibi sevdim seni/ kar bırakılmış karanlığından...”
Birbirlerini harflerle jiletliyorlardı...
Bachmann ve Celan; yüzyılın bu iki büyük şairinin yalnızlıklarıyla ördükleri titrek kuleleri düşünüyorum. İnsanın ‘kusursuz bir mutluluk’ hayaliyle içinde sonsuza kadar taşıyacağı birini bulduğu sanıp o saplantının karanlık çukurunda kaybolması ne muhteşem bir talihsizlik, diye iç geçiriyorum. Onun yerine başka hiç kimseyi koyamayacağını bilmenin hayatı ağırlaştıran yanılgısı... Sonra başka bir vesileyle yine Edip Bey’den ‘zehirli’ bir mısra hatırlıyorum: “Çok sevmek sevmemenin içgüdüsel bir çılgınlığı mıydı?” Birbirlerinden vazgeçmemek için her koşulda o görünmez bağı koparmak istemeyen ‘deliler’ kendilerini saklamak için mi birbirlerini hiç durmadan harflerle jiletliyorlar acaba? Acının, kibirli mesafelere inat çoğalan yakınlığın, özlemin birleştirdiği yazarlar, şairler o ağı birbirlerine yazdıklarıyla değil de yazmadıklarıyla sıkılaştırıyorlar gibi geliyor bana. Koşulsuz, şeffaf bir teslimiyetin tehlikeli sonunu, yazarak görebildikleri için asla gün ışığına çıkmayacak olan bulanık duyguların arkasına mı gizleniyorlar. Yarattıklarını besleyen damar, onlar için henüz yazılmamış, söylenmemiş olanda saklı sanki.
Meraklı okurun, Bachmann ve Celan’ın yaşadığı o görkemli sarsıntıyı, bu kopuk kopuk duyguların dolaştığı ‘eksik mektuplarla’ anlayabilmesi pek mümkün değil. Onların birbirlerinden uzak durarak tamamlama sebebini bilemeyiz belki ama sonradan yayımlanacağını hissederek yazdıkları mektuplardan kalan sır parçacıklarıyla sezebiliriz.
‘İkimiz için bir saray kurmalıyım’
Bachmann ilişkilerinin en başında Celan’ın kendisinden çok şairliğine tutulunca ‘kelimelerin efendisinin’ hayatına sızmak istediğini kendi kelimeleriyle söyleyivermiş: “Benim için sen Hindistanlısın ya da daha uzak, karanlık, kahverengi bir ülkeden; benim için çölsün sen, denizsin, sır olan her şeysin. Hâlâ hiçbir şey bilmiyorum senin hakkında ve bu yüzden senin için korkuyorum... İkimiz için bir saray kurmalı ve o sarayın içinde benim sihirli efendim olabilmen için seni yanıma almalıydım, orada halılarımız ve müziğimiz olacak, orada aşkı bulacağız... Hep aklımdasın, seninle konuşuyorum, senin o yabancı, siyah saçlı başını ellerimin arasına alıyorum, göğsündeki taşları itmek, karanfilli ellerini serbest bırakmak ve şarkı söylediğini duymak istiyorum.”
49’da Viyana’dan Paris’e yolculuk eden bu coşkulu cümlelerde, yazıya âşık bir kadının inançlı ve inatçı kararlılığını görmemek mümkün değil. O hayatının geri kalan kısmında içinde taşıyacağı bir adamı bulduğuna daha en başında karar vermiş. Anlaşılan sonuna kadar da onu sözcüklerle taşımış. Birlikte olduğu adamlara, hayatını edebiyata adayan o güçlü ve sağlam duruşa, Celan’ın kendine güvensizliğinin neden olduğu krizlere ve kendisine rağmen onunla yaşamayı hayal ettiği hayata tutunmuş. Celan, ilişkilerindeki o uzun araların geleceğe nasıl yansıyacağını ilk mektuplarından birisinde yazmış: “Belki de birbirimizden tam da buluşmayı arzuladığımız noktada kaçıyoruz, belki suç her ikimizde. Bazen kendi kendime benim suskunluğumun seninkinden daha anlaşılır olduğunu söylüyorum, çünkü üzerime yüklediği karanlık daha eski... Ne kadar yakınımda ya da uzağımdasın, Ingeborg? Bana söyle ki seni şimdi öperken gözlerini kapayıp kapamadığını bileyim.”
‘Haşhaş ve bellek gibi seviyoruz birbirimizi’
Ateşin çıtırtılarıyla onların ‘kalp zamanında’ kaybolurken gözlerimi yumup Celan’ın korkarak sevdiği Ingeborg’u öpen ince dudaklarını, solgun yüzünü görüyorum. Annesini, babasını toplama kamplarında kaybettikten sonra, kendisi de o cehennemi iki sene yaşamış. Bu acılar ona hiçbir zaman yeterince sevilmeyeceğini düşündürdü sanırım. Bachmann’a sürekli parasızlıktan, teliflerinin ödenmediğinden, eleştirmenlerin hoyratlığından, ‘sahipsizlikten’, Yahudi olduğu için hayatın dışına itilmekten bahsedip mızmızlanan bu adamın, kendisini her koşulda teselli edecek bir kadına, daha da önemlisi en az onun kadar ve onun gibi kelimeleri seven bir kadının ‘fedakârlık tutkusuna’ sıkıca sarılmasına biraz müstehzi bir ifadeyle gülümsüyorum. Hayatının sonuna kadar deliliğin sınırında yaşayan bu adamın en karanlık zamanlarında Bachmann’la ilişkisine göz yuman zengin karısından değil, “kadim yazar dostundan” yardım istemesi beni acımasızca eğlendiriyor. Şiirin şairin hayatını tahrip eden vahşiliğini ancak kendi bedenindeki derin izlerde görebilen bir kadının, o bıçağı çekip çıkarabileceğini çok iyi biliyorum çünkü.
Acıyı sözcüklerle iyileştirenlerin arasına hiç kimse giremez, demişti bir dostum. Onun hakiki duygularını saklayabilmek için her daim neşeli görünmeye çalışan yorgun ve yaşlı yüzünü de hatırlıyorum. Zamansız, öksüz itiraflar dolaşmaya başlıyor zihnimde... Bachmann’ın sevgilisine senin en güzel şiirin dediği Corona’nın dizeleri, pencereden sızan usul bir esintiyle maviye kesen alevlerin arasında uçuşuyor: Öyle bakışıyoruz/ karanlık sözler ediyoruz birbirimize/ haşhaş ve bellek gibi seviyoruz birbirimizi/ uyuyoruz şarap gibi midye kabuğunda/ bir deniz gibi ayın kanlı ışığında...
Hayalete uymayan bir gerçek...
“Şimdiye kadar karşılaştığım bütün haksızlıklar ve hakaretler arasında en kötüler senden gelenlerdi. ...Çoğu kez seni düşündüğümde çok kötü oluyorum, senden nefret etmediğim için kendimi bağışlamıyorum” diye mektup yazan büyük bir yazar ve şair, sanatını bile kıskanan bu zor adamı neden yalnız bırakmadı? Ben böylesine güçlü bir bağın sıradan bir ‘yazı kardeşliği’ ile açıklanabileceğine inanmıyorum doğrusu. Bakın hayatlarının sonuna doğru Bachmann hâlâ ne soruyor Celan’a: “Kendime onca yıl sonra senin için kim olduğumu soruyorum, bunca yıl sonra kimim? Bir hayalet ya da bir hayalete uymayan bir gerçek...”
O ‘hayaletleri’ düşünürken buğulu camdan dışarı bakınca karanlıkta bembeyaz kuş tüyleri gibi uçuşan iri kar tanelerini görüyorum. Benim için senenin ilk karı. Hayat temizleniyor. Kırmızımsı ağaçlar kabuk kabuk parçalanarak yanıyor. Chopin’in zarif müziğindeki serçeler hâlâ omuzlarımda sekiyor. Bachmann’ın koyu mısralarını düşünüyorum:
Vazgeçilmişim çoktan/ Ve hiçbir şeyle anımsanmamışım/ Yalnızca rüzgârla ve zamanla ve sesle/ Ben insanların arasında yaşayamayan...
Saçlarımı açıp gecenin koynunda uyuya kalıyorum.