Bir psikiyatrın, hastalarının yaşam öykülerini anlattığı kitaplarından sonra psikiyatri temelli televizyon dizileri de epey ilgi görüyor. İzleyicilerde ve onların ilişkide olduğu kişilerde çocukluk travmaları hassasiyeti, "bugünün hatalarının sorumlusu geçmişimiz olabilir" fikri yükseliyor. İzleyiciler bugünün yetişkinleri veya ebeveynleri olarak senaryoda yer verilen kadar derin acılar yaşamamışsa ya da izledikleri öyküdeki kadar büyük sorunları çocuklarına yaşatmıyorsa bir "oh" çekiyor belki. Ama kötü haber; travmalar sadece görünür acılardan kaynaklanmıyor.
Son yıllarda bolca konuşulan beden aşağılama (body-shaming) ve beden olumlama (body-positivity) terimleri, türlü travmalarla mücadele etmiş insanların farkındalığından doğuyor. Kimileri fiziksel özelliklerin aşağılanmasını sadece sosyal medyanın zorbalık çeşitlerinden biri zannetse de meselenin özü şu ki beden aşağılama çok yakınlarımız tarafından, aile içinde başlayan ve sosyal ortamlara yayılan bir şiddet türü.
Önce mağdur, sonra fail
Yapılan araştırmalar kız çocuklarının neredeyse tamamının en az bir kez, yüzde 62'sinin ise öncelikle annelerinin beden aşağılamasına maruz kaldıklarını gösteriyor. Çocuklarının kaşı, gözü, kilosu gibi pek çok fiziksel özelliklerine dair yapılan negatif yorumlar, sevgi cümlelerinin içine saklı olsa bile, birer şiddet öğesi ve geleceğin yetişkinleri için travma kaynakları. "Hepimizin beraber zaman geçirdiğimiz beş kişinin ortalaması" olduğumuz gerçeğini de hesaba katarsak, beden aşağılama, bir zamanlar mağduru olanların yıllar sonra failine dönüştükleri bir aile geleneği bile kabul edilebilir. Anlatılan masalların, izlenilen filmlerin bu algıları desteklemesi de cabası.
Aileleri bu kadar kuşatan bir yaklaşımın dünyayı ele geçirmesi de şaşırtıcı değil. Bütün dünya hala deri renginden bel inceliğine, boy uzunluğundan yüzdeki kırışıklık miktarına yaptığı değerlendirmelerle küçük bir gruba ait beden türlerini yüceltirken çoğunluğun sahip olduğu bedenleri aşağılamaya devam ediyor.
Beden olumlamayla itibar tehdidi
Hakkını yemememiz gereken önemli adımlar da atılıyor. Barbie'nin "normal" bedenli versiyonlarından, Disney'in alternatif prens/prenses karakterlerinden, vitiligolu manken Winnie Harlow'un gördüğü ilgiden, bir kozmetik markasının kemerli burunlu, bir iç çamaşırı markasının "ideal ölçülerde olmayan" kadınları reklam kampanyalarına taşımasından ve daha nicelerinden bahsedebiliriz. Henüz beden olumlama hareketinin yeterince güçlendiğinden söz edemeyecek olsak da markaların dünyasında zaman zaman hatırı sayılır bir itibar tehdidi oluşturma gücü olduğu açık.
İnsanlar gruplar haline yaşıyor ve grubun dışında kalmaktan kaçınmaya programlılar. Grubun davranışlarını onaylamadığında bile bir parçası olmak için kendini ikna edecek bir sebep arıyor, dışarda kalmamak için direniyorlar. Beden beklentileri de grupsallıkla şekilleniyor. Kimi gruplarda beyaz ten makbulken, kimi gruplarda bronzluğun "güzel" kabul edilmesi, bir dönem balık etli kadınlar el üstünde tutulurken diğer zamanlarda 32 bedene imrenilmesi hep bundan. Bu örnekleri siz dahil olduğunuz gruplar doğrultusunda çoğaltabilirsiniz. Hatta beden olumlamanın da bir gruba ait olma kriterlerinden biri olması mümkün. Bu tarz grupların benimsediği bir felsefe de var: Wabi-Sabi.
Kırıldığın yerden güçlenirsin
Budizmden etkilenmiş bir Japon felsefesi olan Wabi-sabi, kusurları, tamamlanmamışlığı ve geçiciliği merkezine alan bir estetik anlayışı. Mükemmel arayışına "dur" diyen bu anlayış, insanları kendiyle, çevresiyle ve dünyayla barışmaya, bunun için de beklentilerini yeniden ele almaya çağırıyor. Günümüzde beden olumlama başta olmak üzere "yavaş" hareketine de ilham olabilen Wabi-sabi felsefesi, bedenin kıvrımlarıyla, kırışıklıklarla, hangi kiloda ve hangi yaşta olunduğuyla ilgilenilmeyen bir dünyaya yolculuğa çağırıyor hepimizi. Gösteriş için ya da duygularını onarmak için yapılan gereksiz büyük, abartılı, süslü ve çeşitli dünyevi harcamalara itiraz ediyor.
Wabi-sabi'ye paralel bir başka Japon felsefesi ise Kintsugi. Kırılan eşyaları altınla yapıştırma tekniği olan Kintsugi'de, eşyanın hiç kırılmamış gibi tamir edilmesi yerine, kırılan yerler altınla belirginleştiriliyor. Çünkü Kintsugi, kırılma deneyiminin eşyayı, kırılma metaforuna karşılık gelecek yaşanmışlıkların da insanı güzelleştirdiğini savunuyor.
Bu bilge yaklaşımlar, kimi popülist, kapitalizm uydurması "felsefelerden" farklı olarak bilim insanları tarafından da doğrulanıyor. İsviçreli psikiyatr Elisabeth Kübler-Ross'un travmalarla ilgili kimileri için umut verici bir sözü var: "Tanıdığım en güzel insanlar yenilgiyi, acıyı, mücadeleyi ve kaybı yaşamış, diplerden çıkış yolunu kendileri bulmuş insanlardır. Bu insanlar yaşama karşı geliştirdikleri kendine has anlayış, şefkat ve nezaketle doludurlar. Güzel insanlar öylece ortaya çıkmazlar, onlar oluşurlar." İnsanın Kintsugi ile güzelleştirilmişinden söz ediyor adeta.
İş dünyası da Kintsugi tekniğini yakın zaman önce keşfetti. Ünlü iş insanlarının öz yaşam öykülerindeki başarısız deneyimlerine vurgu yapılması, konferanslarda, belgesellerde; yenilgilere, kayıplara, çöküşlere ve dipten çıkış süreçlerine bolca yer verilmesi bundan.
İnsan öykülerinde tamam da marka öykülerinde de Kintsugi tekniği geçerli mi?
Kintsugi hataları, onları unutmayacağımız şekilde "onarıyor". Onları yok etmeye, unutturmaya, hiç olmamış gibi rol yapmaya çalışmıyor. Hatalarından ders alabilmenin erdeminin altını çiziyor ve bu dersin Kintsugi ile onarılmış eşyayı daha da güçlendirdiğini iddia ediyor. Artık en azından aynı yerden kırılması olanaksız.
Markalar da insanlar gibi. Özür dilemeyi, hatadan dönmeyi bilmeli. Hatta hatalarının altını kırmızı kalemlerle çizebilecek olgunluğu gösterebilmeli. O zaman ona güvenir, bir daha aynı dibe batmayacağına güvenebiliriz. Ve güven, 21. yüzyıl insanı için en temel ihtiyaç.