Ceza yargılamasında, şüpheli veya sanığın adaletten kaçmasını veya delil karartmasını önlemek amacıyla kabul edilen tutuklama tedbirinin uzun, basmakalıp sözlerle ve ceza yerine uygulandığı konusunu tekrar tartışmaya açacak değiliz. Bir tedbir niteliği taşıyan tutuklama müessesesi maalesef bugüne kadar yanlış uygulandı, CMK m.100’de yapılması düşünülen son değişikliğe rağmen de yanlış uygulanmaya devam edecektir. Çünkü sorun, tutuklama tedbirinin hatalı uygulanmasından ve bu hatalı uygulamalar karşısında yeterli yaptırımın bulunmayışından kaynaklanmaktadır.
Bir başka ifadeyle ana sorun, mevzuatta bulunan eksiklik veya hatalı hükümlerden ziyade, uygulamanın kendisidir. Siz istediğiniz kadar, CMK m.100/1’de yer alan “kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren olguların” yerine, “kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren somut delillerin” ibaresini kullanmayı tercih edin, yaşanan sorun yine bitmeyecektir. Basmakalıp sözlerin kullanıldığı tutuklama kararında, sadece kullanılan soyut ifadeler yer değiştirecektir.
Kanaatimizce, tutuklama tedbirine bakış açısı ve bu konu ile ilgili zihniyet değişmedikçe, bu sorunu kökten çözmek de mümkün olmayacaktır. Ancak çözüm aşamasına kadar yaşanacak geçiş sürecini daha isabetli ve yetki sınırları dar yasal düzenleme ile aşmak isabetli olacaktır.
CMK m.100/3’de yer alan ve tutuklama nedeninin varsayıldığı katalog suçlar kaldırılmalı, yerine kasten öldürme, nitelikli yağma, cinsel saldırı, cinsel istismar, uyuşturucu madde ticareti, cebir – şiddet ve/veya tehdide dayalı terör suçları kabul edilmelidir. Ancak bu suçlardan birisinin işlendiği hususunda kuvvetli şüpheyi gösteren somut delillerin varlığı halinde, tutuklama nedeni var sayılabilmelidir. Verilmesi ihtimali bulunan cezanın ağırlığına göre tutukluluk tedbirinin tatbiki yoluna gidilmemelidir. Bu tür bir kabul, suçsuzluk/masumiyet karinesinin özünü zedeler. Esasında “katalog suç” uygulaması da suçsuzluk/masumiyet karinesine aykırıdır, fakat mevcut Türk Hukuku yapısı ile tutuklama tedbirinin tümü ile kaldırıldığı izlenimi oluşturacak düzenlemeye gidilemeyeceğinden, daraltılmış katalog suç uygulaması bir son çare olarak önerilmiştir. Bu suçlarda da azami tutukluluk süresi iki yıl olarak kabul edilmelidir.
Sayılan bu suçlar haricinde kalan tüm suçlarda tutukluluğun azami süresi üç ay olmalı, soruşturmanın ve yerel mahkeme aşaması ile sınırlı kovuşturmanın bitirilememesi halinde, şüpheli veya sanık bihakkın ya da adli kontrol ile serbest bırakılmalıdır.
Bu andan itibaren tutuklama tedbiri, ancak yerel mahkemede yapılan yargılamanın sonucunda yapılan mahkumiyet kararı ile uygulanabilmeli ve temyiz aşaması tutukluluk süresinden sayılmamalıdır. Temyiz aşamasının tutukluluktan sayılmamasının şartı, yukarıda kısaca açıkladığımız değişikliklerin yapılması kaydı ile mümkün olabilmelidir. Aksi halde, üç yıl veya beş yıl gibi tutukluluk sürelerinde temyizde geçen zamanın tutukluluktan sayılması gerekir.
Ayrıca tutukluluk, somut delillerle desteklenmiş samimi beyan veya ikrarda kalkabilmeli, fakat samimi beyanın veya ikrarın elde ediliş şekli yasak ifade alma ve sorgu metodları ile olmamalıdır. Şüpheli veya sanığın özgür iradesi ile verdiği beyanı engelleyici nitelikte kötü davranmak, işkence yapmak, ilaç vermek, yormak, aldatmak, cebir, şiddet veya tehditte bulunmak, bazı araçları kullanmak suretiyle bedeni veya ruhi müdahaleler, kanuna aykırı menfaat vaadi, birer yasak ifade alma ve sorgu metodu olarak tanımlanmıştır.
Suç örgütü faaliyetlerine katıldığından bahisle tutuklanıp da örgütle ilgili bilgi verip etkin pişmanlıktan yararlanmak isteyenler, örgütle temas kurmama ve bir liste halinde belirlenmiş örgüt mensupları ile görüşmeme ve örgüt tarafından kullanıldığı düşünülen yerlere gitmeme taahhüdü ile serbest bırakılabilmelidir.
Tutuklamanın bir tedbir olduğu, ceza yerine uygulanamayacağı ve yargısız infaza konu edilemeyeceği kabul edilmelidir. Aksi halde, CMK m.100, 101 veya 102’de hangi değişikliğe gidilirse gidilsin sonuç değişmeyecek, yalnızca basmakalıp kullanılan soyut yasa kelime ve cümlelerin kullanımında farklılık olacaktır. Suçsuzluk/masumiyet karinesi ile yargılanan bir insanın tutuklanması, uzun süre tutulup salıverilmemesi, tutukluluğun ceza yerine uygulanması, kimseyi sevindirmemeli ve kimse bundan haz almamalıdır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi, özel yetkili ağır ceza mahkemeleri ile terör mahkemelerini kaldıran Kanunu kabul etti. Genel – özel mahkeme farkını kaldıran ve “yargı birliği” ilkesini destekleyen bu düzenlemenin isabetli olduğu tartışmasızdır. Bununla birlikte Kanunun teklif haline son anda eklenen bir cümlede, yerel mahkemelerde devam eden davaların bu değişiklikten etkileneceğine, fakat Yargıtay aşamasında bulunan dosyaların etkilenmeyeceğine dair ibareye yer verildiği ifade edilmektedir. Bu Kanunun çıkarılmasında, insan hak ve hürriyetleri ile özellikle bireyin hukuk güvenliği hakkının daha fazla korunması amaçlanmıştır. Yargıtay, yani temyiz aşamasında bulunan dosyalarda henüz “sanıklık” sıfatı ve “kovuşturma” aşaması son bulmamıştır.
Kesinleşmiş dosyalar dışında bu tür bir ayırıma gidilmesi, hem eşitlik ilkesine ve hem de hukuk devleti ilkesi ile dürüst yargılanma hakkına aykırıdır. Ayrıca bu durumda, 6352 sayılı Kanunun geçici 2. maddesinin 4. fıkrasında yapılan hata ve öngörülen çifte standart devam edecektir. Görev kamu düzenindendir ve yürürlüğe girdiği anda hangi aşamada olursa olsun kovuşturması devam eden dosyaların görev değişikliğinden etkilenmesi gerekir.
Kişi hak ve hürriyetlerinin korunması, çifte standart yargılamaya son verilmesi amacıyla kaldırılan mahkemelerin, temyiz aşamasında da olsa devam eden dosyalarının görevsizliğe konu edilmesi isabetli olacaktır. Aksi halde toplumda ister istemez, Anayasaya aykırılık gündeme gelecek ve bunun yanında eski özel yetkili mahkemeler ile terör mahkemeleri tarafından verilip de temyiz aşamasında bulunan mahkumiyet kararlarının onanması gibi bir algı oluşacaktır.
Özel yetkili mahkemelerin kaldırılmasının devam eden davalara etkisi ile ilgili Teklifin ilk hali doğru olan idi. Umarız Yargıtay, Kanuna son anda ek bir hüküm koyulsa da bu konuda tabii hakim/mahkeme güvencesini gözeten bir uygulama içine girer.
Belirtmeliyiz ki, özel yetkili mahkemelerin kaldırılması ile gündeme gelecek bir diğer önemli sorun da şüpheli veya sanıklarla ilgili devam eden tutukluluklardır. Beş yıl olarak kabul edildiği ileri sürülen tutukluluk süresini, bu sürenin uzunluğu dikkate alındığında tutukluluk olarak görmenin pek mümkün olmayacağını ifade etmek isteriz. Savcı ve mahkemelerin görevlerinin son bulması ile ortaya çıkacak “arafta kalanlar”, yani tutuklulukları devam etiği için arada kalan şüpheli veya sanıkların durumlarını ne zaman, ne şekilde ve kim tarafından değerlendirileceği de ayrı bir sorun olarak karşımıza çıkacaktır. Esasında bu sorunun çözümü de kolaydır. Önemli olan, tutukluluğa bakış açısı ve yaklaşım olup, adli kontrol tedbirinin ne kadar etkin uygulanıp uygulanmayacağıdır.