1994 yılıydı. Arkadaşım Erdem ile o zamanlar Bursa Cezaevi’nde yatan İsmail Beşikçi’yi ziyaret etmeye karar vermiştik. Erdem, daha önceleri Beşikçi’nin kitaplarını yayınlayan Yurt Yayınları’nda çalışmıştı, kendisini oradan tanıyordu. Ben ise Beşikçi’yi şahsen tanımıyordum, ama kendisiyle mektuplaşıyorduk.
Bu amaçla Ankara Otogarı’na gittik ve bilet aldık. Otobüsün kalkmasına biraz süre vardı. Bir kafeye oturduk birşeyler yiyerek, çay içmeye başladık. Otobüsün hareket zamanı gelmişti. Otobüsün kalkacağı perona gittik. Bir de ne görelim: Otobüs üç beş dakika önce hareket etmişti.
Hemen bir taksi tuttuk ve otobüsü yakalamak üzere hızla yola çıktık. Hava kararmıştı. Bir süre sonra otobüse ulaşarak durdurmayı başardık. Erdem taksinin önünde oturuyordu; taksi ücreti yanılmıyorsam bin lira idi. Erdem adama ücreti ödedi ve para üstünü beklemeye basladi.
Taksici parayı aldıktan sonra ışığı yaktı:
“Ağabey, para üstü yok. Sen bana bin lira verdin.”
Taksici elindeki kağıt bin lirayı açmış gösteriyordu.
Erdem şaşkındı:
“Hayır kardeşim, cebimde bin lira yoktu. Ben sana beşbin lira verdim.”
“Yok ağabey, işte verdiğin para burada.”
Bu arada muavin otobüsten aşağıya inmiş, bizi çagırıyordu:
“Haydi kardeşim, bu kadar yolcu sizi bekliyor.”
“Lanet olsun!” diyerek otobüse bindik. Adam bizi, taksicilerin en ucuz ve klasik numarası ile kandırmıştı. Havanın kararması ve otobüsü yakalama telaşıyla dikkatli olamamıştık. Bazı taksi şoförleri, yolcunun verdiği parayı, ellerinde gizledikleri daha küçük bir para ile değiştiriyorlar ve o parayı yolcunun verdiğini iddia ediyorlardı.
Otobüse bindikten bir süre sonra bu olayı unuttuk. Yanımızda Charles Bukowski’nin “Ekmek Arası”kitabı vardı. Erdem bir öykü okuyor, sonra kitabı bana veriyor, ben okuyordum. Kitapta çok komik öyküler vardı, güle güle yolculuk ettik.
Sabah Bursa’ya ulaştık ve kahvaltıdan sonra cezaevine gittik. O zamanlar bu cezaevi çok sıkı idi, ziyarete gelenleri tepeden tırnaga, defalarca arıyorlardı. Yalnızca nedense görüşlerde biraz daha toleranslı idiler. Görüşüne gideceğiniz kişi sizi kabul etmişse, akrabası oldugunu söyleyerek herhangi bir belge vermeden içeri girebiliyordunuz. Ben Beşikçi’nin teyzeoğlu olarak görüşe girdim.
O günlerde Avrupa’da “İsmail Beşikçi’ye Özgürlük”kampanyaları yapılıyordu. Bu amaçla Adalet ve İçişleri Bakanlığı’na kartpostallar yollanıyordu.
Beşikçi, o gün şöyle dedi:
“Bugünlerde bana Avrupa’dan birçok karpostal geliyor. Kampanya yapıyorlar benim adıma, kampanya kartlarını da bana gönderiyorlar. Oysa, bana değil, devlete yollamaları gerekiyor. Zaten isim yok gelen kartların çoğunda. Bir kez Avrupa’dan iki yüz kart geldi, çoğu isimsiz, ya da sahte isimle yazılmış. İlginç olan bu iki yüz kartpostalın hepsinin aynı olmasıydı.En azından farklı kartpostallar olsaydı onlara bakabilirdim. Demek ki bu iş için görevlendirilen kişi gitmişrastgele bir deste kartpostal satın almış; bunlarin hepsinin aynı olmasını da umursamamış.Çünkü tek tek farklı kartlar seçse, çok zaman harcayacaktı. Erol ben yazsam olmaz, sen yaz bunu.” dedi.
Böyle sohbet ettikten sonra gülerek:
“Seni geçen gün Flash TV’de izledim. Mahkeme sahnesini, o ‘fark etmez’ dedigin anı. Hatta arkadaşlarla güldük.” dedi.
Beşikçi ziyaretinden üç dört gün önce Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde bir davamız sonuçlanmıştı. “Yakılan Köylerden Bir Kesit” adlı bir kitap toplatılmış ve Akın Birdal, Hüsnü Öndül, ve bana iki yıl ağır hapis cezası istemiyle dava açılmıştı.Ben bu kitabı yayına hazırlamıştım. Aslında Devlet, bu köyleri boşaltmadığını söylemiyordu, ama yine de dava açıldı. Kitapta herhangi bir yorum da yer almıyordu, yalnızca yakılan ve boşaltılan köylerin fotoğrafları ile köylülerin anlatımları vardı.
O gün mahkememizin karar duruşması çok kalabalıktı, salonda Türkiye ve Avrupa’dan birçok insan hakları savunucusu ile gazeteciler vardı.
Bizi yargılayan Mahkeme Başkanı, daha sonra Abdullah Öcalan’ı da yargılayacak olan hakimdi: Turgut Okyay. Turgut Okyay bizi tanıyordu; daha doğrusu birçok kez mahkemede önüne çıkmıştık. Kitaplarımdan, insan haklari faaliyetlerimden, yazılarımdan ve panellerden dolayı en az altı kez Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılandım.
Hakim Okyay sordu:
“Akın bey, son sözünüz nedir?”
“Beraatimi istiyorum.”
“Hüsnü Öndül sizin?
“Ben de beraatimi istiyorum.”
Hakim bana döndü:
“Erol Anar sen de beraatini istiyor musun?
Birden ağzımdan şu kelimeler döküldü:
“Fark etmez!”
Mahkeme salonunda bunun üzerine hakim dahil herkes şok oldu. Ben kendim bile şaşırmıştım dudaklarımdan bir anda dökülen bu kelimelere, çünkü böyle bir şey söylemeyi planlamamıştım.
Hakim tekrar sordu:
“Ne demek yani. Beraatini istemiyor musun?”
Salonda bulunan herkes güldü; Akın bey ve Hüsnü ağabey hariç. Hüsnü ağabey sol yanımdaydi. Bana dirseğiyle vuruyor ve:
“Beraatini iste, beraatini” diyordu.
Akın bey ve o, belki benim bu gereksiz çıkışımla ceza alacağımızı düşünmüşlerdi. Neyse ki Hakim beraatimize karar verdi. Eğer ceza alıp hapse düşseydik, belki iki yıl, “Senin yüzünden oldu.” diyerek her gün kafamın etini yiyeceklerdi.
Beşikçi’nin o gün söz ettiği mahkeme olayı işte bu idi.
O gece tekrar Otobüsle Ankara’ya döndük. Sabah, Ankara Otogarı’ndan yeniden taksiye bindik. Kızılay’da taksiden inmeden önce, bin lira olan ücreti ben vermek istedim. Ama Erdem ödemekte ısrar etti. Beş bin lirayı iki eliyle açarak şoföre sordu:
“Bu kaç lira?”
“Beş bin lira.”
“Öyleyse ver dört bin lira.”
Taksici dört bin lirayi verdikten sonra, ona beşbinlik banknotu uzattı. Sütten ağzımız yanmıştı, yoğurdu üfleyerek yiyorduk.