Hepimizin insan olduğu yerde insana dair olanın ne mahremi ne ayıbı var, yine de her şekliyle yazmanın lüzumu yok her şeyi. Bilin ki bizim ortak hikayemiz bu; her ölçekte aynı yaşanan yitik masumiyetimizin ve bitik insanlığımızın hikayesi.
Evvela zaman belirteyim, III. Dünya savaşı çoktan başlamıştı hikayenin geçtiği bu vakitte; patlıyordu volkanlar, sarsılıyordu okyanus, yangınlar çıkıyordu ötede ve beride. Tüm dünyayı sarmıştı alev; yanıyordu ağaçlar, yanıyordu her ev ve üşüyordu yürekler.
Topluydu ama tüfekli değildi savaş her yerde, söylemişti ABD; “televizyonlardan da izlenebilecek uzun süreli bir kampanya” olacaktı bu.* Ama düştüğü yeri yakar ya, her yere düşmüştü ateş.
Kadınlar ve erkeklerin arasına düşmüştü, içimizin orta yerine; kavuruyordu insanı, kavuruyordu insanlığı; yüreğimize düşmüştü ateş.
Ölüyordu çocuklara oyuncak götüren çocuklar, döl tutmayan çöllere tohum eken sevgililer gibi…
“İkiye” ayrılıyordu insan ve sonra her insan kendi içinde; kadın ve erkek olarak. İlk cümleyle çoktan başlamıştı savaş… Kendi içlerinde çoğalarak ayrışmışlardı ardından; sadece kadınları tutanlar, sadece erkekleri tutanlar ve bu ikisinin kadın ve erkek türevleri olarak.
Özde birdi ikisi; kadın şefkatse, erkek iradeydi, güç değil; kadın merhametse, erkek muhafızdı, asker değil; kadın vericiyse, erkek alıcıydı, duvar değil; kadın tutan bir kapsa, erkek nektardı, zehir değil. Tersine döndüğünde dünya ve bölündüğünde onlar, bu cennetten düştükleri ilk gündü.
Yitmişti insan ve bitmişti masumiyet, çok korkuyorlardı.
En çok hakikatten korkan bir yalancıydı korku, sevgi ise hakikiydi lakin insan unuttu; korku bürüdü hakikatin üstünü ve öldürdü sevgiyi yalan.
Ağzına kadar zehir dolmuştu kap, sevgisiz döller doğuyordu cennet bahçelerine. Korktukça özlerinden, git gide parçalandılar. Özgürleşmek için cehennemden, birbirleriyle savaşıyorlardı, savaştıkça daha çok parçalanıyorlardı.
İkiye ayrılıyordu insan, kadın ve erkek olarak değil; her koşulda hakikati, sevgiyi, yaşamı, şefkati seçenler ve her koşulda yalanı, nefreti, gücü ve ölümü seçenler olarak. Pek çoğumuz ikinciyi seçmiştik bilmeden; çok korkuyorduk ve gitgide esir oluyorduk korkuya.
Zannedilen şey değildi, verilemez ve sunulamazdı özgürlük, alınamazdı da dolayısıyla. Özgür hissederdik ya da hissetmezdik insan olarak; eğer hissedersek, hücrede bile özgürdük.
“Kendini bilmek”ti, “kendin olmak”tı esasında özgürlük; değil yalnızca asi oluşlardan, anadan, babadan, sınırdan, yalandan, onurdan ve gururdan, gerektiğinde yardan ve sırdan kat kat soyunmaktı; hakiki olmak, sere teslim olmaktı.
Bir başka cehennemin olduğuna inanmak ne tuhaftı… Ne tuhaftı cehennemden çıkamamak, ne tuhaftı özgür olmaktan korkmak.
Korku bir gardiyan ve emniyet koca bir yalandı…
Yalandı en büyük esaret ama kimse bilmiyordu ve yalnızca söylenmiyordu yalan, yaşanıyordu çoğu zaman…
Sığda yüzmek gibiydi yalan yaşamak. Zarganalar gibi yüzeyde kıvrılarak yaşanan bu sığlık, kıvranmak gibiydi esasında kendini derinliğin usul akımına bırakmış yosunlara kıyasla. Oysa yosunlardı yaşamın suyunu arındırıp zarganayı da barındıran.
Özgürlük, sığ sularda oynaşarak, barlarda ve bahçelerde dolaşarak bilinmezdi, bağrışarak çağrışarak, kaçarak saldırarak elde edilemezdi; belki bu yüzdendi, fazla kimse onu bilmezdi.
Bu türlüsü, oltanın ucundaki yem gibiydi özgürlüğün; oltanın yukarısında duran avcının yüreği her kıvranışında hop hop ederken, iyi ihtimalle esarete, yoksa nefessiz ve yavaş bir ölüme doğru giden ilk zokayı yutmaktaydı zargana.
Yapamıyordu insan, diyordu ki “BİZ ayrıldık, BEN istediğimi yaparım!”; yapamadığında kaçıyordu… Diyordu ki “Yeni bir sayfa açacağım!”; eskisiyle baş başa kısır döngüsüne yeniden açılıyordu.
Mutlu olmak istiyordu… Oysa tek koşulu ve tek amacı sevgiydi yaşamın, mutluluk değildi; koşullara tabiydi mutluluk, yaşamsa her koşulda hakikati seçsin istiyordu.
Huzurlu olmak istiyordu… Bilmiyor muydu, her yerden evvel kendi içindeydi savaş? Çalkantılı sularda huzur yerleşmiyordu.
Diyordu ki; “Hayat uzun...” Değildi oysa bazen… Pamuk ipliğiydi hayat, kopacağı yer inceliyordu. İncelen yere doğru adım adım, insan cehenneme yürüyordu… Yalana doğru atılan her adımla ölüyordu hakikat, ölüyordu inanç ve umut ölüyordu. Bilmiyor muydu? Çağlarca ömür böyle yaşanmadan ölünmüştü.
Bilmiyor muydu mahşer günüydü bugün? Sırat köprüsüydü üzerinde yürünen? Kuleler gibi köprüler de yıkılıyordu.
Yalan bürüdü hakikatin üstünü; tekrar ediyorum, bugün mahşer günü.
Belki çok oldu derya insandan geçeli; yosun deryadan geçeli çok oldu… Belki halen olmadı bu ama ne yazık ki doğamadı henüz insan, neredeyse kalmadı umut insanlıktan.
Son ana kadar bekliyordu sevgi karşı yakada; ellerini uzatmış “kendisini” bekliyordu esasen; şimdi, bizzat körükleyecekti yangını, ihtimalse küllerinden ve yalazından yeniden doğsun diye insan.
@ErenTopcu_
*George W. Bush 11 Eylül sonrası 20.09.2001 konuşması.