Cizre’de yaşananlar, devletin halkla ilişkilerinde her şeyin eski tas eski hamam olduğunu gösterdiği öncelikle.
Geçen on yılların, hatta yüzyılların sonrasında bile hiçbir yapısal ilerlemenin yaşanmadığını...
Devletin Yavuz Sultan Selim’in zihniyetiyle yönetilmeye devam ettiğini ve kendi dayatmalarına boyun eğmeyenleri süründürmekte ikirciklenmediğini…
Halkın hak ve özgürlüklerinden yana konumlanmak yerine, devletin kendi mutlak egemenliğinden yana konumlanmaya devam ettiğini…
Cizre’de bir kez daha gördüğümüz şey, 6-7 Eylül’lerin, Madımak’ların, 1992 Cizre Newroz’unda yaşananların tarih değil güncel olmaya devam ettiği, Türkiye’nin halkın hakları ve hukuk eksenli bir kurumlaşmadan hala uzak olduğuydu.
Tabii Cizre, her şeye rağmen teslim alınamamasıyla bambaşka bir şeyi daha gösterdi; söz konusu bu keyfilikle ülkeyi yönetmenin artık imkânsızlaştığını, Türkiye’de siyasetin yeniden yapılandırılmasının artık zorunlu olduğunu gösterdi.
***
Başbakan Davutoğlu’nun; "Cizre’ye yürümek kolay, işte yürüyorlar, Türkiye demokrasi… Ama onlar operasyonun üzerine gölge düşürmek istiyorlar” diye konuşabildiği Cizre operasyonunun bilançosu korkunçtu:
Öncelikle söz konusu milletvekilleri ve bakanların Cizre’ye yaklaştırılmadıkları, itilip kakıldıkları, devletle tersleşiyorsa milletvekili, hatta bakan olmanın bile hükümsüz olduğu bir “demokrasi” karşısında olduğumuzu gördük bir kez daha.
“Halkımızın can ve mal güvenliğinin sağlanması için …!” diye başlayan ve panzerlerin, "bu gece son geceniz!" diye anonslar yaparak dolaştığı, "hepiniz Ermenisiniz!" diye kendince halkı aşağılamaya çalıştığı, 8 uzun gün, 9 uzun gece yaşadı Cizreliler.
Cumartesi sabahı devlet çekilirken, gömülmeyi beklemek için dondurucularda saklanan 21 sivilin ölü bedeni, bunun iki katı ve ilkel yöntemlerle kanamaları durdurulmuş yaralı ve uçaksavar dâhil envai çeşit mermiyle delik deşik edilmiş yüzlerce ev, araç ve işyeri bırakmıştı geride.
İnanılır gibi değil ama fotoğraflarla sabit olduğu gibi top mermisi delikleri var duvarlarında Cizre’nin, çatılarında havan delikleri…
Devlet PKK ile çatıştığını ve ilçede tek bir sivil kayıp olmadığını iddia ediyor ama ölenlerin bütünü sivil ve daha acısı 4’ü hariç hepsi çocuk, kadın ve yaşlı!
Devletlerarası savaşlarda bile ölülerin gömülmesi, yaralıların cepheden geri çekilmesi için gereken uzlaşılar yapılırken Cizre’de devlet, kendi yurttaşlarına bu izni vermemişti.
Geçen Cumartesi sabahına kadar süren 8 gün 9 gece boyunca Cizre’ye reva görülen kesintisiz sokağa çıkma yasağı halkın açlıkla terbiye edilmesiydi ve temel haklar yanı sıra vicdani değerler adına da korkunçtu.
Yaşlı kadın ve çocuklarının bile keskin nişancılarca vurulduğu, ama bu iddia ve haberlerin hiçbir soruşturmaya konu yapılmadığı günler yaşamıştı Cizre.
Herhangi bir televizyon kamerasına ulaşabilen Cizrelilerin, ertesi güne uyanmamak korkusunu paylaştığı, batıdaki kardeşlerinden dayanışma dilediği, ama alamadığı günler…
Adeta küçük bir Saraybosna, bir Gazze örneğiydi Cizre’de yaşanan…
Geceler boyu süren makineli tüfek takırtılarıyla 140 bin nüfuslu Cizre’nin 10 binlerce çocuğunun yarınlara nasıl büyüyeceğinin umursanmadığı, keza günler boyunca ezan okunmaması ve Cuma namazının engellenmesiyle Cizre’nin 10 binlerce dindarının gözden çıkartıldığı, elektriğin, suyun, ekmeğin, telefonun, her şeyin, her şeyin devre dışı bırakıldığı 8 uzun gün, 9 uzun gece…
Türkiye’nin belki de en çok oyla seçilmiş olan Cizre Belediye Eş Başkanı Leyla İmret’in, İçişleri Bakanlığı tarafından, tam da bu ortamda, üstelik çok eski günlere ait ve tamamen kurgusal bir gerekçeyle görevinden alınması da cabası.
***
Teslim edilmeli ki 2015 Eylülünde bir halka bunları reva görebilmek, 1527’lerde, 1915’lerde, 1938’lerde, 1990’larda yapılanın tekerrürü gibidir.
Cizre’ye bu muameleyi reva görenler, yaptıklarının hukuki ve meşru dayanakları olmadığını biliyorlar ki sürekli bir dezenformasyon gerçekleştirdiler. Bunu süreğen kılmak için tıpkı 38’de, tıpkı 90’larda olduğu gibi gazetecilerin, bağımsız heyetlerin, hatta milletvekili ve bakanların bile oraya girişini engellediler.
Bu engellemenin en garip gerekçesi de, “Cizre’de can güvenliği olmadığıydı.” Oysa devletin Cizre’den elini çekmesiyle birlikte can güvenliğinin de geri geldiği görülecekti; öyle ki Cizreliler bu milletvekilleri ve gazetecileri göğsüne bastıracak, bastırılmış gerçekleri onlarla paylaşacak, günlerdir gömemedikleri cenazelerini onlarla birlikte kaldıracaklardı.
Esasen Cizre seferinin, "teröre karşı halkın can ve mal güvenliğini sağlama" olarak yansıtılma çabaları, İktidarın pek çok seçmeni dâhil, Kürde hak vermeme kararlılığındaki Ergenekon ulusalcıları hariç k imseyi inandırmamıştı.
Öyle ki bu saldırıların katliam boyutuna vardırılmasını isteyen ırkçı milliyetçiler bile, yapılanların gerçekte başkanlık amacı için yapıldığını söylüyor.
Dünya Basını ise, kendi halkına düşman muamelesi yapan herhangi bir totaliter iktidarın davranışından başka bir şey görmüyordu bu operasyonda
Söz konusu “güvenlik sağlama” gerekçesi bizzat verilerin de gösterdiği gibi mesnetsizdi. Nitekim paradoksal bir şekilde sokağa çıkma yasağı ve operasyon yapıldıkça ölüm ve yıkımlar gerçekleşmiş, devlet yasak ve operasyonunu bitirmesiyle ölüm ve yıkımlar da sona ermişti.
***
Cizre'nin direnç potansiyelini birkaç günde ezmek üzere gerçekleştirilen saldırı, halkın birleşik direnci ve giderek artan dışsal basınç karşısında 9'uncu gününde, hiçbir hedefine ulaşamadan geri çekilmek zorunda kalmış görünüyor.
Kuşkusuz geride bırakılan şehir gerçek anlamda yıkıma uğratılmış, Cizreliler korkunç acılar çekmiş, büyük kayıplar vermişti; ama görülen o ki kazanan direnme hakkı olmuştu.
Cizre, bu gözü kara hukuk ihlali karşısında bir halkın nasıl devrimci dönüşüm geçirdiğini görmek açısından da çarpıcı bir örnek oluşturuyor. Operasyonun sona ermesi sonrasında Cizrelilerin basınla paylaştıklarından bunu net olarak görmek mümkün.
Nitekim sürekli "teslim olun!" anonslarıyla karşılaştıklarını söyleyen bir Cizreli kadının; "Niye teslim olacağız, evimizde oturuyoruz, 400 milletvekili vermedik diye mi teslim olalım. Bunun için kusura bakmayın vermeyeceğiz" diyen duruşu, gerçekten de tarihsel önemde bir dönüşümü yansıtıyordu.
Yine Cizreli bir diğer kadının, ellerini havaya kaldırarak, "dünya hepimize yeter" diyen çözüm bilgeliği, "kanlarımız birbirine karışmış, kardeşiz biz" metaneti, "su yok ekmek yok, elektrik yok" diye devlete tepkisi ve "artık yeter yeter yeter" diye çığlık çığlığa barış haykırışı korkunçtu.
***
Sokaklara kazılan hendeklerin operasyon bahanesi olarak kullanılması, tarihin tüm örneklerinde de görüleceği gibi otoriter bir devlet aklının göstergesi. Halkı kayıtsız şartsız boyun eğdirmek isteyen bütün devletler, bütün kontrol olanaklarının kayıtsız şartsız açık olmasını dayata gelmişlerdir.
Oysa sokaklara hendek kazıp yaşam alanlarını kolluk güçlerine kapatma eylemlerinin demokratik bir akılla çözümlenmesi halinde, kabul edilecektir ki bunun nedeni, o halkın gözünde güvenlik güçlerinin konumudur.
Cizreliler için hendek, 1992 Newroz’unda kitlenin içine dalan panzerlerin onlarca insanı bir daha geri gelmemek üzere alıp götürmesine karşı önlemdi her şeyden önce. Gezi’deki barikatlar gibi, TOMA’ların halkın üzerine sürülememesi, meşru taleplerinin kolayca dağıtılamamasının önlemiydi hendek.
Eğer kolluk güçleri, demokratik bir ülkede olduğu gibi halkın güvenliğini esas alan bir hukukun parçası olsaydı açık ki ne hendek kazımı ne de kitlesel bir direnç olmayacaktı.
Bu gerçeklik AKP politikaları özgülünde de sınanabilir: Barıştan, çözümden söz ettiği, hatta bunlar bir yana sadece vesayetin ortadan kaldırılacağından söz ettiği zamanlarda Cizre’nin Erdoğan’ı kucakladığı bilinmektedir. O halde soruşturulması gereken, hendek kazan Cizreliler ve onların tepkileri değil Erdoğan’ın politikalarıdır.
Geçmişten de biliyoruz ki, halkın iradesine saygı gösteren bir siyasetin giremeyeceği bir Cizre sokağı, buyur edilmeyeceği hiçbir Cizre evi yoktur. Hendekler ise, evlerinin keyfi bir şekilde basılmasına, seçilmiş başkanlarının “anayasal düzeni ortadan kaldırmak” gibi zoraki gerekçelerle görevden alınmasına, çocuklarının bir daha gelmemek üzere alınıp alınıp götürülmesine karşı tepkidir.
Hendek sorununu bu sosyoloji içinde okumak demokrasinin, ezilmesi gereken bir isyanın işareti olarak görmek ise totalitarizmin göstergesidir.
***
Esasen uluslararası hak belgeleri de bu duruma işaret etmektedir. Cumartesi günü toplanan 3. Barış ve Demokrasi Konferansı’nda Rıza Türmen’in vurguladığı gibi, 15 Aralık 1978'de BM Genel Kurulu'nda oybirliğiyle kabul edilen bildiri; “Her insanın ırk, din, dil, cinsiyet ayrımı gözetilmeksizin doğuştan barış içinde yaşama hakkına” güvence sağlamaktadır.
Bu hakkın kullanımı çerçevesinde bir ileri adım oluşturan 10 Aralık 2010 Santiago Bildirisi’nin 13. Maddesi, “Barışı ve barış içinde yaşama hakkını koruma yükümlüğü”nün devlete ait olduğu kayıt altına almaktadır.
Santiago Bildirisi'nin 5. Maddesinde ise, “bütün halklar ve bireylerin, herhangi bir devlet tarafından düşman olarak görülmeme hakkına” ve aynı şekilde haklarına karşı “tehdit oluşturan eylemlere karşı sivil itaatsizlik” hakkına sahip olduğu belirtilmektedir.
Başka bir dizi uluslararası belge yanında bu her iki bildirinin de imzacısı olan Türkiye Cumhuriyeti, bu çerçevede, Osmanlı’dan ve Cumhuriyet’in kuruluşundan gelen anti demokratik geleneklerinden artık vazgeçmek, başta Cizre olmak üzere tüm yurttaşlarına ve toplumsal kimliklere karşı bu medeniyet kriterlerine göre davranmayı içselleştirmek durumundadır.