04 Ekim 2020

Anatoli, Anatolia... Farklı bir Anadolu hikâyesi

Yüzyıllar boyunca hoşgörü içinde yaşamış toplumların neden çözülerek ayrıldıkları konusunda aklıma yüzlerce soru işareti takılıyor. Türkiye 1950'ler, hatta 1923 öncesinde olduğu gibi çok kültürlü ve inançlı bir ülke olsaydı, bir şeyler daha farklı mı olacaktı? 

Çocukluğumun en güzel günlerini Kadıköy'de, Moda semtinde geçirdiğimi söyleyebilirim. Evimiz Bahariye Caddesi'nin hemen paralelindeki Hacı Ahmet Bey Sokak'ta idi. Okula başladığım Bahariye İlkokulu, Kuzu Kestane Sokak'ta küçük bir koru içinde eski bir konaktı. Hemen yanında bulunan Yurt Sineması, Ortodoks Kilisesi ve tarihi binalarla çevrili bu güzel okul bugün Kadıköy Kaymakamlığı olarak hizmet veriyor. Küçücük ilkokul çocuklarının okuduğu sınıflar idari birimlere servis odaları olarak ayrılmış. Girişteki güvenlik personeline rica ederek, birinci sınıfı okuduğum odaya girdim. Gözüme çok küçük geldi. Çocukluğumda unutamadığım, dersi izlerken yan gözle baktığım hurma ağacı artık orda yoktu. Bina hariç yakın çevrenin eski sevimliliği kalmamış, korunun güzel ağaçları neredeyse yok olmuş. Ama sokak ve evler neredeyse aynı. Çocukluğumun neredeyse yüzyıl öncesinden kalan eski "Arnavut Kaldırımı" yolu nihayet asfaltlanmış.

Okulumuzun hemen yanında, korunun içinde sinema ve tiyatro gösteri merkezi olarak kullanılan küçük bir salonu vardı. Bu salonda hafta içinde eğitim verilir, hafta sonu film gösterilirdi. Hafta sonu olunca, cumartesi günleri yarım gün eğitim aldığımız okulumuzda en büyük mutluluk ders bitiminde koşarak gittiğimiz film gösterileri idi. Ayşecik filmlerinin en güzellerini heyecanla bu sinemada izlemişimdir.

Mahallemizdeki komşularımız arasında en keyifle hatırladıklarım yan komşumuz Despina Teyze ve kocası Vahi Amcadır. Sabah işe giderken alacağı mezeleri arkasından sıkı sıkı tembih ederdi. 22 Kasım 1963 günü Kennedy'nin öldürüldüğü gün, Despina Teyzenin akşamın geç bir saatinde kapımızı vurduğunu ve ağladığını hatırlıyorum. Duyduğum ilk siyasi olay buydu sanırım. Apartmanımızdaki Oskanyan'lar çocukları ile çok yakın arkadaş olduğumuz bir aileydi. Harika bir komşulukları vardı. Annemle beraber taziyeye gittiğimiz Hristiyan komşularımızın bizlere Paskalya günlerinde renkli yumurtalar gönderdiklerini hatırlıyorum. 6 - 7 Eylül olaylarından 7 yıl geçmesine rağmen yakınımızda hâlâ bu renkli insanlar vardı. Yıllar geçtikçe bu güzel komşularımızın çoğu neredeyse kayboldu. Uzun yıllardır Ankara'da yaşadığım için gelişmeleri çok iyi takip edemedim, muhtemelen hiçbiri artık Kadıköy'de yaşamıyor.

Yıllar sonra gittiğim Atina'da çevirdiğim taksinin yoldan müşteri aldığını görünce şoföre laf atıp, sitem ettim: "Bu bizim Türkiye'deki dolmuşlara döndü." Şoförün yanına oturan yaşlı teyze, bana dönüp, "Evladım Türk müsünüz? Ben de Hristiyan Türk'üm" diye seslendi. "Bunlara hiç güven olmaz. Benim zavallı kızım bir Yunanlı ile evlenip, buralara geldi. Geçen gün, geldiğimizin ilk günü kocam ayağını kırdığında hiç kimse ilgilenmedi. Bir başımıza kaldık. İstanbul'daki bütün komşularımız neredeyse seferber oldu, hepsi bizi aradı, yardım teklifinde bulundular. İnanılmaz insanlar. Nerde bunlarda o insanlık…"

Bütün bu hatıraları düşününce, yüzyıllar boyunca hoşgörü içinde yaşamış toplumların neden çözülerek ayrıldıkları konusunda aklıma yüzlerce soru işareti takılıyor. Türkiye 1950'ler, hatta 1923 öncesinde olduğu gibi çok kültürlü ve inançlı bir ülke olsaydı, bir şeyler daha farklı mı olacaktı? 

Gerasimos Augustinos tarafından yazılan "The Greeks of Asia Minor: Confession, Community, and Ethnicity in the Nineteenth Century", Türkçe baskısıyla "Küçük Asya Rumları", yaklaşık sekiz yüzyıl süren bir birlikteliğin hikâyesini Rumların bakış açısıyla anlatıyor. Olayları sosyal, kültürel, ekonomik ve dinsel etkileriyle değerlendiren harika bir kitap. Yazar, olayları tam bir tarafsızlık içinde sunuyor. Küçük Asya'da, Anadolu'da yaşayan Rumların, ilk fetihlerin yapıldığı Selçuklu'dan Osmanlı'ya kadar olan çalkantılı dönemini, Fatih sonrası getirilen yeni yönetim anlayışının, "millet" sisteminin sağladığı yaşam biçimini, batılı tarihçilerden çok daha farklı ve tarafsız bir gözle değerlendiriyor. Kitabının giriş bölümünde, amacının Osmanlı devleti ve toplumunun kültürel kimliğini derinden etkileyen sosyal, iktisadi ve siyasi gelişmeleri birbirine bağlamak olduğunu ifade ederek, bu yolla bir zamanlar Osmanlı Anadolu'sunun çok - etnik karakterli dünyasının ayrılmaz bir parçası olan halklardan birinin, Rumların, çok özgün ve kapsamlı bir portresini yaratmaya çalıştığını, açıklıyor.

Küçük Asya ve Anatoli sözcükleri Antik Çağ Yunanlılarınca, bilinen dünyanın diğer bölgeler karşısında yaşadıkları alanı tanımlamak için kullandıkları adlardı. Yunanlılar bu yarımadayı "doğuya uzanan topraklar üzerinde güneşin doğuşuna tanıklık eden bölge" olarak nitelendiriyorlardı. Yazara göre Hristiyan Roma yöneticilerinin doğudaki mülklerinden söz etmek için kullanmaya başlamalarından sonra Anatoli ve sonraları Anatolia kelimesi tarihsel bir anlam kazanmıştır. Osmanlı'nın bölgeyi fethinin ardından, yeni yöneticiler bu toprakların batısında kalan merkezi eyalete Anadolu ismini verirler. Tanzimat dönemiyle birlikte getirilen yeni Vilayetler Kanunu ile birlikte Anadolu terimi yönetsel anlamını yitirir. Türkler için tüm yarımadanın adı haline gelir. Anadolu'da yeni vilayet, sancak ve kazalar yaratılmıştır.

Sosyal yaşam ve nüfus hareketliliği

Şimdi tekrar kitaba dönelim. 1800'lü yılların ortalarından Birinci Dünya Savaşı sonrasına değin Anadolu coğrafyasında ciddi bir nüfus hareketliliği yaşanmış olmasına rağmen 1850'lerde on milyon civarında olan nüfus, 1900'lere gelindiğinde on iki milyonun biraz üzerine çıkar. Bu arada, 1831 ile 1881 yıllarında yapılan resmi sayımlarda Müslüman ve Hristiyan toplumlarının nüfuslarında önemli değişmeler olduğu gözlemlenir. Gayri Müslim nüfus yüzde iki gibi yüksek bir oranda artmıştır. O dönemde Osmanlı'nın yıkılışını dört gözle bekleyen yabancı gözlemcilerin hazırladıkları raporlarda, Müslüman toplumun Hristiyanlara göre sosyal ve ekonomik büyüme açısından oldukça geri kaldığı adeta müjdelemektedirler. Askerlik yükümlülüğü olan Türk ve Müslüman nüfusunun savaşın neden olduğu sayıca azalma yanında, sosyal ve ekonomik ağırlığı da neredeyse dibe vurmuştur. Gayri Müslimlerin, "Reaya'nın" para ödeyerek askerlik yükümlülüğünden kaçınması ve buna paralel olarak refah seviyelerindeki artış daha uzun yıllar devam edecektir. Birinci Dünya Savaşı'na girdiğimiz günlerde gayrimüslim vatandaşlarımız ilk defa cepheye çağrılacaklardır. Bu savaşta, sadece Çanakkale Savaşı'nda 558 gayrimüslim vatandaşımızın hayatını vatanı için kaybettiğini belirtmekte fayda var.

Savaşa gitmediği dönemlerde tarımsal işçi ve küçük esnaf olarak yaşamını sürdüren, ticarette adı geçmeyen Anadolu'nun Müslüman Türk halkı, sosyal gelişme sürecinde yerinde sayarken, On Sekizinci Yüzyıl'da dünya ticareti ile entegre olarak zenginleşmeye başlayan Küçük Asya Rumları birçok şehirde nüfus hareketliliğine neden olur. 1830 yılında 80 bin Türk ve 20 bin Rum'un yaşadığı İzmir'de nüfus kompozisyonu 30 yıl içinde 75 bin Rum ve 41 bin Türk olacak şekilde değişmiştir. On Dokuzuncu Yüzyıl'ın bitiminde Küçük Asya'da Rum varlığı bir milyonun üzerine çıkmıştır. Rum cemaati Anadolu'nun batı ve doğusunda belirli merkezlerde yerleşik durumdadır. İki Osmanlı vilayeti, Kayseri ve Konya ile Kapadokya bölgesi dışında genelde birkaç kıyı vilayetinde yoğunlaşmışlardır. İstanbul dışında, sancak merkezi İzmir olan Aydın vilayetinde, Trabzon'da, Bursa'da ve ilçelerinde hala çoğunluk Rum ve gayrimüslimlerdedir.

1897 osmanlı yunan savaşı

Fransa'ya yüzyıllar önce verilen kapitülasyonları izleyen İngiltere Anlaşması 1840'lardan sonra "En Fazla Müsaadeye Mazhar Ülke" hakkını alan İngiltere ve diğer Avrupa devletlerini imparatorluğun içine adeta çeker. Buharlı gemilerin ve demiryolu taşımacılığının henüz başlamadığı bu dönemde, genellikle su ve karayolu ulaşımına olanak sağlayan noktalarda toplanan Anadolu kentsel alanları hızla gelişmeye başlar, ticaret ve iş hacminde ciddi artışlar olur.

1821 Yunan isyanı ve sonrasında Yunan Krallığı'nın kurulması ile bölgede hiç beklenilmeyen tersine nüfus hareketliliği yaşanır. Beklentilerin gerçekleşmediği Yunan Krallığı vatandaşları sonraları Anadolu'da, özellikle de İzmir ve çevresinde yaşamayı tercih ederler. Hem de iki vatandaşlığı da koruyarak. 1831 yılında İzmir ve Bursa'nın nüfusu neredeyse aynı iken, İzmir'de aniden ciddi bir nüfus patlaması olur. Dış pazarlara kapalı konumdaki Kayseri gibi birçok şehirde ise kıyı bölgelerine olan göç nedeniyle nüfus azalması yaşanır. O yıllarda çıkarılan fermanlarla Müslüman ahalinin mallarını gayrimüslimlere satmaları yasaklansa da bu uygulamanın hiçbir faydası olmaz. Çok fazla mülkü olan Türkler mallarını fırsat buldukça ellerinden memnuniyetle çıkararak, yasağa rağmen gayrimüslimlere satarlar. Reaya'nın sahip olduğu toprak ve mülk gittikçe artmaya devam eder. On Altıncı Yüzyıl'da toplam nüfusun yüzde sekizi olan Hristiyan nüfusu refah artışına paralel olarak Yirminci Yüzyıl başında yüzde yirmiye ulaşmıştır. Rumların oranı da iyice artarak, yeni nüfus yapısının yüzde sekizi olmuştur.

Bölgesel olarak değerlendirme yaptığımızda, Midhat Paşa'nın merkez sancağı İzmir olan ve Aydın, Saruhan, Menteşe ve Denizli sancaklarından oluşan Aydın'da Vali olduğu dönemde, Aydın'ın Anadolu'nun en büyük vilayeti haline geldiğini görüyoruz. Vilayetin nüfusu 1,4 milyon civarındadır. Şehir içinde dükkan ve kahvehane sayısı 4285, fırın ve mağaza sayısı 2227'dir. Meyhane, gazino ve tiyatroların sayısı 515'i bulmaktadır. Hayvan gücüyle, su ve buhar gücüyle çalışan un değirmeni sayısı 24, yağhane, sabunhane ve tabakhane sayısı 52'dir. Pamuklu ve ipekli dokuma üretimi yapan 29 fabrika bulunmaktadır. Merkez sancağı İzmir'in nüfusu 210.000 civarındadır. Şehrin sokak ve caddeleri geceleri bin adet havagazı feneriyle aydınlatılmaktadır. Aynı dönemde 29 Temmuz 1880 günü yaşanan deprem felaketi şehirde büyük bir yıkıma neden olmuştur. 3 ve 11 Nisan 1881 tarihlerinde yaklaşık 5000 kişinin öldüğü Sakız adası depremi de ada dahil bölgede büyük bir yıkıma yol açmıştır. Büyük depremleri büyük göç dalgaları takip edecektir.

Kırım Savaşı'nın hemen ertesinde, Rusların savaş sırasında düşmanla işbirliği yaptıklarını bahane ederek, Çerkez ülkesi başta olmak üzere Kafkasya ve Galiçya'dan başlattığı saldırılar sonucunda, Balkanlar ve Kafkasya'dan Anadolu'ya zorunlu göç başlar. Büyük ve acılı göç on yıllarca dalga, dalga devam eder. Büyük bir kısmı Türkçe bilmeyen Çerkez, Gürcü, Laz ve Dağıstan ağırlıklı Müslüman göçmenler hem Türk hem de gayrimüslim topluluklar üzerinde ciddi bir hareketliliğe neden olur. 1862 - 65 yılları arasında Çerkez göçü en yüksek seviyeye ulaşır. Çoğu hasta olan Çerkezlerin deniz yoluyla geldiği Samsun gibi liman şehirlerinde büyük acılar yaşanır. Balkanlar'dan gelen göçmenler ise hükümetin yönlendirmesi ile Rumların yaşadığı Marmara'nın güneyine inerler. Bursa ve Ayvalık bölgesi karışır. Rumlar, kurtuluşu geçici de olsa Ege adalarına göçmekte bulurlar. O dönemin Küçük Asya'sı insanların dolanıp, durduğu bir ülke haline gelir.

Anadolu'nun yeni göçmenleri, yalnızca kırsal alanların toplumsal görüntüsünü değil, aynı zamanda birçok yerleşim yerinin etnik yapısını da değiştirir. Bursa Valisi Ahmet Vefik Paşa 1855 yılında yaşanan büyük deprem felaketi sonrasında kenti yeniden yapılandırırken 1870'li yılların sonlarında yeni ikamet alanları geliştirmiş ve yeni gelenleri bağlı oldukları etnik grup ve doğdukları yöre esasına göre yerleşime tabi tutmuştur.

1840'lardan 1870'lere kadar uzanan dönemde Trabzon'un Pontus döneminden kalma tarihi limanının ticari değerinin artmasıyla birlikte, bu merkez ve etrafındaki Rum nüfusunun da aynı oranda arttığı gözlemlenir. Çarlık Rusya'sının baskısıyla Kafkasya'yı terk etmek zorunda kalan Müslüman ahali yeni ülkesi Osmanlı topraklarında kendilerine yuva ararken terk ettikleri Kafkasya'da yeni bir gelişme olur. Ülkeyi terk eden Müslüman halkın yerine nitelikli dindaşları, Hristiyanları tercih eden Ruslar, Karadeniz kıyısındaki konsoloslukları aracılığıyla bölgede ciddi bir kampanyaya kalkışırlar. Mesleki beceriye sahip olanlara, duvarcı ustası, marangoz ve taş örücü ustalara Kafkasya'ya yerleşmeleri halinde toprak ve iş verileceği duyurulur, Çarlık yetkililerinin kendilerine iyi davranacağına dair sözler verilir. Aslında bütün bu teşviklere rağmen, Rusya'ya gönüllü olarak gitmeye hazır binlerce insan vardır. Yıllarca Gümüşhane yöresindeki gümüş ve alüminyum madenlerinde Osmanlı'nın ayrıcalık verdiği Rum ailelerinin yanında çalışan Rumlar, 1840'larda madenlerin kapanması üzerine işsiz kalmış, bu bölgeden ayrılmalarından başka çareleri kalmamıştır. Bunların bir kısmı Eflak ve Boğdan gibi Romanya topraklarına ya da yeni kurulan Yunan Krallığı'na göç eder. Rusya'ya göçenlerin bir kısmı da verilen sözlerin tutulmaması üzerine geri dönme izni almak için Osmanlı yönetimine baş vuracaklardır.

Bütün bu hareketlilik sonrasında Müslümanlar toprağa bağımlılığı gelenekselleştirmiş Türk halk kültürünün etkisiyle gözlerini ülke içine çevirirken, Rumlar ticarette ortaya çıkan yeni fırsatları gözlemleyerek, geleceklerini dışarda görmüşler, ülke dışına çıkmayı hedeflemeye başlamışlardır.

Anadolu'daki kent yaşamı

Kent yaşamı anlamında Osmanlı şehirleri ayrı mahallelerde yaşayan, etnik olarak farklı gruplardan oluşmaktadır. Rumca "mahalas" olarak söylenen bu mahalleler mekânsal ve toplumsal olarak bir kasabayı meydana getirmektedir. On Dokuzuncu Yüzyıl'ın ikinci yarısında çeşitli nedenlerle Anadolu'nun değişik şehir merkezlerinde ekonomik anlamda önemli gelişmeler ve büyüme yaşanır. Ulaşım ağının genişleyip, iyileştirilmesi, ticaretin gelişmesi, Tanzimat ve Islahat Fermanı sonrası yapılan idari reformlar bu büyümeyi ateşleyen nedenlerdir. Şehir nüfusları da artmaya başlamıştır. 1880'lerde İstanbul'un yakın çevresinde ve Anadolu'da ahalinin yaklaşık dörtte birinin on bin veya daha fazla nüfuslu şehirlerde yaşadığı tahmin ediliyor. Yüzyılın sonu gelirken on bin nüfuslu şehirlerin sayısı 77'e ulaşmıştır. Ticarete gelince, Avrupalıların aldıkları imtiyazlarla geliştirdikleri sistem 1840'lardan sonra tarım ürünleri ihracatının katlayarak artmasını sağlamıştır. İngilizlerin mamul ürünleri de iç pazara kolaylıkla girebilmektedir. Gelişen bu ticaret, yeni koşullardan yararlanan Rumlara ve gayrimüslimlere büyük fırsatlar sağlar. Bir kısmı Yunan vatandaşı, bir kısmı da İngiliz uyruklu olan Rumlar, İngiltere'den Rusya'ya, Avrupa'nın büyük devletleriyle Doğu Akdeniz üzerindeki limanlarda iyi iş ilişkileri kurarlar. Yabancı ülke himayesinde ticaret yapanlar kapitülasyonların verdiği avantajla "himaye beratı" alarak çalışmaya başlarlar. Başlangıçta "dragoman" olarak adlandırılan, tercümanlar için düşünülen bu model Avusturya ve Rusya başta olmak üzere Avrupalı konsolosların çabalarıyla dallanıp, budaklanmış, sonunda büyük bir çoğunluğu gayrimüslim binlerce Osmanlı vatandaşı Avrupalıların kurduğu saadet zincirine dahil edilmiştir.

Bu dönemle birlikte Anadolu'nun birçok merkezinde panayırlar kurulmaya başlar. Dış ticarete aracılık eden tüccarlar bu panayırlardan fazlasıyla istifade ederler. Bunlardan biri, Balıkesir'de Ağustos aylarında kurulan ve iki hafta süren panayırdır. Diğerlerine Çankırı yakınlarındaki Yapraklı ve Tokat'ın Zile panayırları örnek verilebilir. İşi iyi geçen Zile panayırına 50 binin üzerinde insanın iştirak ettiği, Anadolu'nun büyük şehirleri ile İstanbul'dan gelenler dışında Rusya ve Orta Doğu'dan da ciddi bir ziyaretçinin katıldığı bilinmektedir. O dönemde Rus tüccarlar Karadeniz kıyıları dışında Tokat ve çevresiyle yoğun ticari ilişkiye girmişlerdir. Buharlı deniz taşımacılığının artması ve ticaretin daha güvenli hale gelmesi panayırların önemini daha da arttıracaktır. Tacirler bu sayede üzerlerinde nakit bulundurarak, alışverişte tefecilerin yüzde yirmilere varan faizinden kurtulmuş, daha rekabetçi fiyatlar sunmaya başlamışlardır. Demiryolu ulaşımının gelişmesi de bu alanda ticaretin gelişmesine ciddi bir katkı yapmıştır.

Evgenidio Okulu, 1918, Bursa

Avusturya'nın Adriyatik sahillerinde sefer yapan Lloyd Şirketi Osmanlı sularında da hizmet vermeye başladığında, düzenli olarak sefere çıkan gemiler İstanbul'dan İzmir'e otuz altı saatte, Trabzon'a da altmış saatte ulaşabilir hâle gelir. Bu şirketi, Fransızların Messageries, İngiliz Peninsular ve Oriental şirketleri ve Rusların Steam Navigation şirketi takip edecektir. Hizmet veren limanın korunaklı olması birbirleri ile rekabet eden limanların ticari potansiyelini etkilemeye başlamıştır. Bu anlamda, Gemlik (Kios) ile Mudanya arasında gemiler her zaman Gemlik'i tercih etmişlerdir. Karadeniz'in Samsun gibi büyük liman şehirleri, buharlı gemilerle düzenli ticarete başlanmasının ardından Anadolu'nun iç kesimleri için İstanbul'a göre daha tercih edilebilir hâle gelirler. Benzer özellikleri nedeniyle Mersin de Anadolu için vazgeçilmez bir ticaret limanı haline gelecektir.

Osmanlı'da ilk demiryolu girişimi Kırım Savaşı sonrasında İzmir ile Aydın arasında kurulacaktır. 1867'de tamamlanan bu hattı, 1863 tarihli anlaşmaya göre İzmir'den Menderes vadisi üzerindeki Kasaba hattı takip edecektir. Anadolu'da demiryolu ulaşımı yüzyılın sonunda İstanbul üzerinden yarımadanın içlerine doğru uzanmaya başlayacak, trenle ulaşım yarımadanın ticaret potansiyelini çok olumlu etkileyecektir.

Kurduğu iş sayesinde İngiltere'ye sık giden Kayserili Rum halı tüccarı Ionnis Kaougioumtzoglu'na göre trenin olmadığı dönemlerde uzun süreli iş yolculukları için hazırlıklar adeta askeri sefer mükemmelliğiyle ele alınmalıydı. Kılık kıyafet ve silah yanında tüccarlar güvenlik nedeniyle elli ya da daha fazla kişinin olduğu gruplar halinde yolculuk ederlerdi. Günlük seyahat süresi altı - dokuz saat civarında idi. Organizasyon tüccarın her gece bir konaklama yeri bulacağı şekilde yapılırdı. Bir seyahatinde Ionnis, 290 kilometre olan Kayseri - Mersin arasındaki mesafeyi at sırtında sekiz günde almış, daha sonra Mersin'den İngiltere'ye deniz yolculuğu yapmıştı. İngiltere'de yaptığı Londra - Manchester yolculuğu, aradaki uzaklık yaklaşık 300 kilometre olmasına rağmen, trenle sadece 4,5 saat sürmüştü.

1870'lerde ülkenin başlıca büyük limanlarından Anadolu içlerine ithal ve mamul malların akışı düzenli bir şekilde artmaya başlamıştır. Aynı dönemde, yerli tarım ve hayvan ürünlerine olan talep de aynı şekilde artış gösterir. Bu süreçte Anadolu'nun iç kesimlerinde yaşayan Rum ve Ermeni zanaatkarlar, kitleler halinde iç bölgelerdeki kent merkezlerine ve iki büyük ticaret merkezi, İstanbul ve İzmir'e göç etmeye başlarlar.

Marmara bölgesine gelince, ılıman iklim ve uygun toprak Bursa'da ipekböcekçiliğini geliştirmiş, kaliteli ve pahalı ipeklere duyulan yüksek talep, yakın yörelerden binlerce zanaatkarı Bursa ve çevresine çekmiştir. Şehrin asıl yerleşim alanlarıyla ticaret bölgeleri, yöredeki dağların eteğine, Osmanlı'dan önce kurulmuş olan hisarı temel alarak genişlemiştir. Rum ve Ermeni cemaatleri, tepelerden akan büyük derenin kıyıları boyunca, sırasıyla kalenin batısında ve doğusunda yaşamaktadır. İpek dokumacılığı endüstrisi hem bu bölgede hem de Demirtaş ve Gemlik gibi kasabalarda kurulmuştur. Endüstri, On Dokuzuncu Yüzyıl başlarında çok ilkel bir teknoloji kullanmasına rağmen piyasa hâlâ çok canlıdır. Bursa'daki İngiliz Konsolosu o yıllarda bölgede 4000 - 5000 dokuma tezgahı olduğunu yazar. 1835 yılına gelindiğinde bu sayı 800'e düşmüştür. Raporun yazıldığı tarihlerde ise sayı 300'e inmiştir. Köylüler, Avrupa'dan gelen kaliteli ve ucuz mamul ürünlerin yanında, devletin üretimden aldığı vergi ve gümrük resminin üreticilerin rekabet gücünü adeta yok ettiğini söyleyerek, şikayet etmektedirler. Devletin daha sonraları başladığı destek sistemi ile ipekböcekçiliği kısmen de olsa ayakta kalabilmiş, teknik anlamda ilk fabrika 1840 yılında kurularak, 1855'te birkaç düzine modern üretim tesisi üretime geçmiştir. Süveyş Kanalı'nın açılmasından sonra Uzak Doğu'dan gelen ipekli ürünler bölge üzerinde başka bir tehdit yarattıysa da Yirminci Yüzyıl başlarına kadar endüstri ayakta kalmayı başarabilecektir.

Son dönemler ve beklenmeyen son

Sanayi devriminin yanında, özellikle Amerikalı misyonerlerin İzmir'den başlayarak yürüttükleri sosyal ve dini faaliyetlerin yarattığı kültürel ve sosyoekonomik etkileşim Anadolu Rumları'nın Yirminci Yüzyıl'a girerken millet statüsü altında sürdürdükleri güvenli düzeni yavaş yavaş etkisi almaya başlayacaktır. Avrupalı mallarla rekabette güçlük çeken güçlü Lonca Sisteminin çöküş sürecine girmesi Lonca üyelerinin Anadolu'da "Sinasos" gibi merkezlerdeki kentlerle sürdürülen bağını da olumsuz etkileyerek sosyal düzenin yön değiştirmesine yol açacaktır.

1821 tarihinde Yunan ayaklanması patlak verdiğinde en büyük zararı Anadolu'nun batı kıyıları ve Ege adalarındaki Rum cemaati görecektir. Bu dönemde Sakız adasındaki ve Ayvalık'taki cemaatler çok olumsuz etkilenir. Ülkedeki bu parçalanma girişimine karşılık İzmir'deki Rum tüccarların mallarına el konulur. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra, karşılıklı güvenin kazanılmasıyla Rum ahali ticarette sağladığı avantajları tekrar ele geçirse de Balkanlarda patlak veren her iki Balkan Savaşı, etnik olarak yakın oldukları Yunan devleti ile yaşadıkları toplum arasında kesin ve kalın çizgiler çizmeye başlayacaktır. Avrupalıların kışkırtmasıyla gittikçe artan düşmanlık Anadolu ve Trakya'daki Rum halkının yerleşim açısından yeni maceralara girişmelerine neden olacaktır.

Osmanlı İmparatorluğu, Balkanlarda patlayan her iki savaş sonrasında Rumeli'deki topraklarının neredeyse tamamına yakınını kaybetmesinin hemen ertesinde, arkasında Osmanlı vatandaşı iken bir anda başka bir devletin azınlık statüsündeki tebası konumuna düşen yüzbinlerce insanı bırakmıştır.

Yunanlar tarafından potansiyel tehlike olarak görülen Epir ve Selanik gibi şehirlerle adalardaki Türklere karşı yoğun baskı ve tehditler başlar. Bu eziyetli süreç yaklaşık on yıl sürer. 1922'de Yunan Ordusu'nun Anadolu'dan hezimetle ayrılmasının ardından artık Anadolu'da can ve mal güvenliğini kaybettiğini düşünen, bu arada işgal sürecinde Yunan ordusuyla işbirliği yaptığı kuşkularını ve komşularının nefretini üzerinden silemeyen 1.070.000 Anadolu'lu Rum'un Yunanistan'a göç etmesiyle büyük bir "muhacir", göçmen sorunu ortaya çıkar. Ülkeye adeta akan yeni göçmenlerin iskanı için çareler arayan Yunanistan'da evsiz kalan göçmenler Türk ve Müslüman halkı evlerinden çıkarmaya zorlayıp, onların evlerine yerleşmeye başlayacaklardır. Rum göçmenlerin barınması için gerekli arazi ve evlerin temini ancak bu Türk nüfusun Türkiye'ye gönderilmesiyle sağlanacaktır. Hem Yunanistan hem de Türkiye'deki azınlık ve göçmenlerin sorunlarının daha da artması üzerine Lozan şehrinde 30 Ocak 1923 tarihinde Türkiye ile Yunanistan arasında mübadeleyi öngören sözleşme imzalanır.

Mübadele döneminin Türk-Yunan ilişkilerini tasvir eden bir karikatür

Mübadele ile 1.200.000 Ortodoks Hristiyan Anadolu'dan Yunanistan'a, yaklaşık 500.000 Müslüman da Türkiye'ye göç eder. Mübadelede ölçüt ırk veya dil değil din olduğu için Rum denilen topluluk içine Türkçeden başka bir dil bilmeyen Türk Ortodokslar, Hristiyan Gagavuzlar, Karamanlı Ortodokslar da dahil edilmiştir. Yunanistan'dan gelen Müslümanların arasında Türklerin yanında Drama, Kavala, Karacaova ve Kesriye'den gelen Bulgarca ve Makedonca konuşan Pomaklar, Rumence konuşan Ulahlar, Yunanca konuşan Patriyotlar ve Arnavutlar da yer almıştır. Türkiye - Yunanistan nüfus mübadelesi kapsamında Türkiye'de sadece İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada'da oturan Rumlar; Yunanistan'da ise Batı Trakya Türkleri kapsam dışı bırakılmışlardır.

Mübadele ile İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada dışında Anadolu'da Rumların izi neredeyse kalmamıştır. Kalanların bir kısmı din değiştirerek bölgelerinde yaşamlarını sürdürmeye devam ederler. Her iki taraf için de acı dolu bir yaşam, güzel günler anılarda taze tutularak sürdürülmeye çalışılacaktır. 

Tekrar kitaba dönüyorum. Gerasimos Augustinos kitabının sonunda adeta bir özet yaparak şunları söylüyor:

"Küçük Asya Rumları" milletten ulusa tek bir vücut halinde ilerlemediler. Söz konusu hareket, farklı gelişme çizgilerine ve kurumlar ötesi bir niteliğe sahipti. Rumlar resmi anlamda kurumsallaşmış olan hiyerarşik toplumun bir bölümünü oluşturma özelliğinden yola çıkarak, benzer kökenliliğe dayalı denebilecek bir dünyaya ulaşacaklardı. Bunu yaparken, Koinotita'nın geleneksel yöntemlerini sürdürmüş, millet yöneticilerinin liderliğini desteklemiş, Batılılardan yeni fikirler edinmeye çalışmış, Yunan Krallığından çıkan kültürel biçimleri kabul etmiş, Osmanlı devletinin otoritesini tanımış, ethnos üyeleri olarak ayırt ediciliklerini ve halkın fiziksel olarak ayakta kalmasını sağlamışlardır. … Nüfuzunu hissettikleri farklı güçler - Osmanlı hükümeti, Yunan devleti, kapitalist ekonomi ve dini liderleri - arasında manevra yapma serbestisine sahip oldukları sürece, Rumlar için Osmanlı İmparatorluğu yaşanmaya elverişli bir dünyaydı. Bir zaman için, uzlaşarak ve farklılıklarını korumak suretiyle bu güçlere karşı gösterdikleri tavır, bulundukları çok - uluslu devlet içerisinde başarıya ulaşmıştı. Fakat milliyetçi görüşlerin yayılmasıyla birlikte, sonunda onlar da modern zamanların en güç çıkmazıyla karşı karşıya kalacaklardı. Bu çıkmaz, cemaatin, inancın ve kültürün devletle akıl, duygu veya kuvvet yoluyla bütünleştirilmesi ya da ona tabi kılınması yönünde devleti yönetenlerden gelen talepti."

Sonunda çıkmazın başlangıcı, dışardan kışkırtmaların neden olduğu anlamsız, haksız ve saldırgan bir işgal hareketi oldu. Büyük savaşın bitiminde, İngilizlerin ısrarlı bir şekilde zorladıkları Yunan ordusu, diğer Avrupalı devletlerin, Fransa ve İtalya'nın yarı yolda desteğini çektikleri işgal ve istila sonucunda Türk ordusundan ağır bir yenilgi aldı. Yaşanmaya en elverişli yer, uzlaşının yüzyıllar boyu sürdüğü ülke artık onlar için vatan olmaktan çıkmıştı. Mübadele sanki tünelin sonuydu.

1950'lerden sonra yine İngilizlerin neden olduğu ikinci bir kışkırtma hareketi olan 6 - 7 Eylül* saldırılarının ertesinde büyük bir kısmı ülkemizi terk ederek çok renkli ve hoşgörülü yapının kaybolan hatıraları arasına karıştılar. Kalanlar için güzel günler belki de çocukluğumun geçtiği 1960'lı yılların sonlarına kadar sürdü. Sonrası…

Devam edebilseler, kalsalar daha mı iyi olurdu? Devam etselerdi, çok renkli yapılarıyla insanların birbirlerine daha çok katlandığı, saygı duyduğu, hoşgörülü ve daha uyumlu bir toplumun, ülkemizin çağdaşlık seviyesini bugün sahip olduğundan daha iyiye taşıyabileceğine olan düşünce ve hayalimi hâlâ koruduğumu söylemeliyim.



*6 - 7 Eylül 1955 günlerinde yaşanan ve tarihimize kara bir leke olarak geçen yağma, tehdit ve korku ile dolu olaylar 1955 yılı sonlarından itibaren başta Rum kökenli olmak üzere Ermeni ve Musevi vatandaşlarımızın süratle ülkemizden ayrılmalarına neden olmuş, huzur ve hoşgörüyü altüst etmiştir.

Olayların nedenlerinden biri, şüphesiz İngiliz himayesinde bulunan Kıbrıs'ta Enosis hareketini başlatan Rum çetecilerle İngiliz askerleri arasında başlayan çatışmalardaki şiddetlenmedir. İngilizlere karşı başlatılan yoğun saldırılar üzerine, İngiliz gizli istihbaratı M16 yeni bir plan yaparak, İngilizleri Kıbrıs'ta hedef olmaktan kurtarmaya çalışır. Selanik'te bulunan Atatürk'ün evine Yunanlıların bomba attığı dedikodusu İstanbul'da bomba gibi patlar. Şehir bir anda yağma alanına dönüşür. Korku dolu anlar yaşayan gayrimüslim vatandaşlarımız kurtuluşu ülkeden kaçmakta bulurlar.

Söylentiye göre İngiliz Gizli İstihbaratı M16'nın Başkanı o tarihlerde İstanbul'dadır. Birkaç yıl önce İran'da Başbakan Musaddık'a oynanan oyunun bir benzeri İstanbul'da tezgahlanmıştır. Türkler ve Yunanlılar arasında başlayan bu yeni sıkıntılı dönem yıllarca sürecek, İngilizlerin üzerindeki EOKA baskısı neredeyse ortadan kalkacaktır.

6 - 7 Eylül olaylarını doktora tezi olarak seçen Dilek Güven, Ağustos 1954 tarihinde Atina'daki İngiliz Büyükelçiliği'nin Londra'ya gönderdiği bir raporda "Şimdi iyi görünse de, Türk - Yunan ilişkileri küçük bir şok ile bozulacak kadar yüzeyseldir."… "Sözgelimi, Selanik'teki Atatürk Evinde meydana gelecek küçük bir tahribat ilişkilerin sonu olur" ifadelerini örnek göstererek olayların içindeki İngiliz parmağına işaret etmektedir.


Kaynakça: 

Küçük Asya Rumları, Gerasimos Augustinos (Temel Kaynak)

Uluslararası Mithat Paşa Semineri, Mithad Paşa'nın Aydın Valiliği, Ağustos 1880 - Mayıs 1881

Mübadele, tr.m.wikipedia.org

Yazarın Diğer Yazıları

Bize mutluluğun GNP'sini hesaplayabilir misin, Kuznets?

Birçok sorunun dikkate alınmadığı milli gelir hesaplamaları ve bu değerlere göre karar veren yöneticiler -mali analistler- şirketler bizleri hâlâ yanlış yönetip, yönlendirmeye devam ediyorlar...

On dokuzuncu yüzyılda Kırım, Kazan ve Türkistan'da aydınlanma: "Cedidçiler"

"Tarih bir intihar notu değil, hayatta kalmamızı sağlayan uyarı kaynağıdır." Jeanette Winterson

Sapere Aude; "öğrenmeye cesaret et"

Filozof Immanuel Kant aydınlanmayı "insanın doğasında olan olgunlaşmamış halinden kurtulması, aklını baskı altında kalmadan kullanabilmesi" şeklinde tanımlar. Aydınlanma, matbaanın icadından sonra insanların "baskılayıcı devlet ve dine, muhafazakar toplum yapısına, batıl inanışlara, zulüm ve adaletsizliğe karşı akıl, hoşgörü ve eşitlik gibi düşüncelerle bayrak açtığı bir akım" olarak ortaya çıkar