Her aileye en az üç çocuk projesi malumumuz.
Bir yandan da merak içindeyiz...
2037 projesi ya da “genç nüfusu olan ülkeler yeni büyük güçler olacak” yaklaşımının, her şeyden önce, nice önkoşulların tamamlanmasını; nice altyapıların geliştirilmesini gerektirdiği gerçekten bilinmiyor mu, yoksa bilinip görmezden mi geliniyor?
Bu 3-çocukları, olanakları kısıtlı, öğretim programları ondan da beter sistemimizle mi eğitip büyük güç olacağız?!
Şu andaki verili koşullarda, çocuklarımıza, gençlerimize talep ettikleri parasız, bilimsel, çağdaş ve demokratik eğitimi veremediğimiz açık bir gerçek.
Taleplerini toplu olarak dillendirirlerse, Başbakan’ın Roman Çalıştayı’nda pankart açtıkları için 15 yıl hapis istemiyle yargılanan Berna Yılmaz ve Ferhat Tüzer’in durumunda olduğu gibi cezai yaptırımla; ya da “en azından” dayak-kötek-biber gazı- basınçlı suyla karşılaşıyorlar.
Kırk katırla kırk satır dışında başka bir sonuç alamıyorlar kısacası...
Bazı düşüncelerin uygulanması bütünsellik anlayışıyla olur.
Bakkal dükkanı açar gibi “her ilimize bir üniversite” kondurulurken, kitaplık, laboratuar vs. gibi altyapılar ve akademik kadrolar zaten yetersiz kalıyor.
Ayrıca, çok kısıtlı sayıdaki ve temel gereksinimleri karşılayamayacak ölçüdeki burslara karşın, harçlar karşılanamayacak denli yüksek kalınca, yüksek öğretim topyekün sınıfta kalıyor.
Şanslı olanlar bu engelleri bir şekilde aştılar diyelim...Ya sonra?
Gereken iş alanlarına planlı yatırımlar yapılmayınca, işsizler ordumuzun büyük bir kısmı, çok nitelikli olmasa da, en azından bir üniversite diplomasına sahip yığınlardan oluşuyor.
Bugünlerde Lise Gençlik Federasyonu, İstanbul Kartal’da açlık grevindeler. Parasız eğitim, yeterli sayıda burs, ücretsiz ulaşım, düşük fiyatlı kantin ve yemekhaneler gibi taleplerini, suçlanıp acıtılmadan duyurmaya çalışıyorlar.
“Yanınızdayız Gençler” diyenlerden, 5000’e yakın imza toplamışlar. Duyduğumda, kuş olup uçasım, ülkeler geçip yanlarına konup eli kolu bağlı desteğimi çağıl çağıl önlerine seresim geldi. Yol uzun, gündeliğin sorumlulukları ağır, gidemedim.
İnternet ortamında imza verilebiliyorsa hemen vereceğim. Verilemiyorsa da, buralarda, klavyem yettiğince, kalemim döndüğünce yanlarındayım.
Yadellerde yaşıyor olmama karşın ülkenin tüm gazetelerine anında ulaşıp gündemden haberdar olabildiğim, sosyal medyada görüş paylaşımında bulunabildiğim, birçok işimi kısacık zamanda “uzaktan” çözebildiğim için zamanın teknolojisine şükran duyuyorum.
Baksanıza, TBMM’de halkı temsil eden milletvekilleri, zamansızlıktan (vah vaah) faturalarını bile yatıramadıkları için, kendilerine tahsis edilecek üçüncü bir personel talebinde bulunmuşlar. TBMM Başkanlık Divanı, “ofisboy” klasmanından, sözleşmeli personel alımına karar vermiş.
Vekillerimiz internetten mi bihaberler, dalga mı geçiyorlar anlayamadım ama, hiç değilse bazı hısım- akraba-hemşeriye iş kapısı açarken, okyanusta damlacık da olsa, işsizler ordusuna minik bir katkı yapmış olurlar.
“Son zamanlarda tadımız çok kaçtı, tatlı yiyip tatlı konuşalım” desek, belli ki artık ondan da korkacağız!
Çikolata, bisküvi, gazoz gibi ürünlerde kullanılan, yüksek dozda fruktoz içeren mısır şurubunun insan sağlığına zararları çoktandır biliniyor... Bu nedenle çoğu Avrupa ülkesinde yasaklanırken, en büyük üretici olan ABD’de de üretim kotası yüzde 10’dan yüzde 2’ye düşürüldü.
Peki ya Türkiye’de ne oldu? Üretim kotası çattadanak yüzde 10’dan yüzde 15’e çıkarıldı. Ne denir ki...
Çernobil faciasının ardından, radyasyona maruz kalmış olan çayların imha edilmesi için gümbür gümbür bilimsel uyarılar yapılmaktaydı.
O günlerde güzel vatanım, zamanın Sanayi Bakanı Cahit Aral’ın, canlı yayınlarda milletin gözüne soka soka bardaklarca çay höpürdettiğine bile tanık olmuştu. Şimdi bir avuç mısır şurubuna papuç bırakacak değiliz herhalde, değil mi?!