Bir varmış, bir yokmuş...Uzak diyarların birinde, küçük bir kız yaşarmış. Kız minyon tipli olduğundan olacak, yaşını hiç göstermez, bakmayı bilmeyenlere, olduğundan çok daha ufak görünürmüş.
Çok kitap okuduğu, arkadaşlarından ve büyüklerinden dinlediği öyküleri biriktirip, sindire sindire içselleştirdiği için, ruhen de olgunmuş ama; deneyimsizlikten olacak, açıkmış rüzgârı bol heyecanlara...
Günlerden bir gün, kızın çalıştığı kasabadaki ufak banka kapalı, kız da evinde dinlenirken, annesi anneannesinin hasta olduğunu söyleyerek, ona çorba ve yemek götürmesini rica etmiş.
Aslında annesi de götürebilirmiş ama, hem temizlenecek koca bir ev, ütü bekleyen, kocayla çocukların dağ gibi çamaşırları, ve onu konken partisine bekleyen komşuları varmış; hem de hiçbir masalda dillendirilmese de, yıllara karşı koyamamış, kırışık bir yüzü olduğundan, kendisine her sabah doğal otlarla yaptığı yüz maskesini mutlaka uygulaması gerekliymiş.
Masal bu ya, maske ve kremleri uygulayınca cildi bebek gibi oluyor, sabah yeterli zamanı kendine ayırmazsa akşama doğru suratı portakala dönüyormuş!
Böylece bizim kız, alamet-i farikası kırmızı şapkasını takmış, sepetine yemekleri doldurmuş, ufak motoruna atlayıp büyükannesinin evine doğru yola çıkmış.
Bahar dallarının güzelliğini kaçırmamak için, orman yoluna sapmaya karar vermiş. Kulağında MP3 çaları, etrafta güzel ağaçlar, keyifli keyifli ilerlerken, yoluna pelerinli bir adam çıkmış.
Kız içinden, “yahu bu zamanda pelerin modası mı kaldı, deli midir nedir Zorro bozması” diye düşünse de, adamın yakışıklı yüzüne ve gülerek selam vermesine çarpılmadan edememiş. “Şuralarda bir yerde mola vereyim; hem bir diyet kola içer, hem de şu adamla iki çift laf ederim diye düşünmüş, bir ağacın altına oturmuş.
Adam yanına yaklaşıp, “Ne kadar güzel bir şapkanız var” diye lafa girerek, dolaylı iltifat sanatının en çok aksesuar seçimlerinde kadınları cezbettiği bilgisini ustalıkla kullanmış! Kız da gülümseyerek “Teşekkürler, üzerimde her zaman kırmızı bir şeyler taşırım. Bence nar bereketinde, canlı ve sıcak bir renktir” diye yanıtlamış.
Muhabbete koyulmuşlar. Koyulmuşlar ama, masal bu ya, ağacın dallarına konan dişi kuşlar cıvıldıyor, sadece kızın anlayabileceği bir frekanstan kıza sesleniyorlarmış: “ O bir kurt, dikkat et!”
Kız bunu duyunca aklına, daha önce hiç yaşamadığı, ama etrafından çok dinlediği, binbir güzel sözle aşka davet eden, ilişkinin orta yerinde de, durduk yerde “bağlanmaktan korkmaya başlayan” kurt adam öyküleri gelmiş. Gelmiş ama, adamla söyleşmeyi sürdürmeyi; onu biraz olsun tanımayı da ne çok istediğini fark etmiş.
Sorular sormaya başlamış.
- Neden gözlerin bu kadar parlak?
Seni daha iyi görebilmek için...
- Neden ellerin bu kadar büyük?
Senin ellerini ısıtabilmek için...
- Neden dudakların böyle dolgun?
Seni daha güzel öpebilmek için...
...şeklinde, uçsuz bucaksız bir flört sürüp giderken, kalbi gümbür gümbür çarpan kız, içinde hiç tanımadığı birinin varlığını ilk kez hissetmiş. Sorgulamaya başlamış kendini.
Kurt olduğunu bile bile birinin cazibesine kapılabilecek kadar aptal bir küçük kadın mıymış?..Üzüle üzüle, kendine sinir ola ola, sevgi kırıntılarıyla beslenmekle yetinecek, umarsız bir sevgi arsızı mı yoksa?
...Hani arkadaşlarını, kalp kırıklıklarının ardından, kimbilir kaç sefer, benzer kaplar içinde damıtılmış, bilindik sözlerle teselli ederken, gülerek dalgaya vurduğu türden...(Bilirsiniz, aşk kadar teselli de, kendi ortak dilini yaratmaya yazgılıdır...)
Birden, zor bir kararlılıkla yerinden fırlamış; sabırla kendini ve dünyayı daha iyi tanıyıp öğrenmeye, bir gün gerçek bir prens yoluna çıktığında, örselenmeden, yıpranmadan, dingin bir yürekle, onun değerini daha iyi anlayabilmeye karar vererek, adama veda etmiş.
Anneannesinin evine vardığında yanakları al al, aklı hâlâ karışık, ama yüreği dinginmiş. Her zaman kalbini sevgiye açık tutacağına, ama hep de en önce kendi değerini bileceğine içinden söz vermiş, anneannesine sarılmış.
Gökten üç elma düşmüş. Biri akıllı kıza, biri anlatana, biri de sizlere!
Olabildiğince keyifli, kırmızı cumartesiler dilerim...