Türkiye'de bazı konular, siyasi yelpazede çok geniş bir ortak payda zemini yaratır. Filistin konusu böyledir örneğin, yelpazenin en aksi uçlarında olanları bile aynı noktada buluşturur.
Türkiye'nin İsrail ile yaşadığı tarihsel krizin de fitilini ateşleyen Filistin halkının durumu, bu topraklarda daima savunulan ortak bir dava olageldi. Hatırlayın; Türkiye'de Filistin için yapılan İslami ağırlıklı mitinglerden önce hafızalardaki kare Deniz Gezmiş'in Filistin Kurtuluş Örgütü kamplarında çekilen fotoğrafıdır. O kamplardan geçen isimler arasında, biliyorsunuz, Cengiz Çandar gibi isimler de var.
Ortak paydada buluşulan meselelerin hepsi, Filistin gibi "insan hakları" duyarlılığının öne çıktığı konular değil elbette. Hatta, tam aksine, en temel insan haklarının ihlal edildiği bir mesele de, Türkiye'de "ortak payda" olabildi.
Misyonerliğe karşı nefret koalisyonu
Bir türlü sona ermeyen "anti-misyoner" kampanyadan söz ediyorum. Misyoner düşmanlığı, bu ülkenin askerini-polisini, sivilini-vesayetçisini, İslamcısını-milliyetçisini, sağcısını-ulusalcılığa evrilen solcusunu aynı paydada buluşturan bir nefret koalisyonu olarak hükümlerini icra ediyor.
Malatya'daki Zirve Yayınevi katliamı da var o icraatın içinde, Hrant Dink'in ve Hristiyan din adamlarının öldürülmesi de...
Bir dönem sosyalizm üzerine kitaplar da yazdığı sol bir geçmişten "ulusalcı sol" bir noktaya evrilen akademisyenlerin bile miting meydanlarında "anti-misyoner" nutuklar atabildiği bir ülkeden söz ediyoruz.
İslamcıların din, ulusalcıların devlet adına hedef aldığı misyonerlere karşı, devletin zirvesinde de bir sivil-asker koalisyonu inşa edilegeldi. Misyoner karşıtı asker-sivil koalisyonunun çarpıcı bir örneğini aşağıda hatırlatacağım.
Bu süreçte son derece tuhaf görüntüler de ortaya çıkmadı değil. Örneğin, misyonerlere karşı ortak paydada buluşan ulusalcılar ile İslamcıların karşı karşıya bir pozisyona düştüğü Ergenekon sürecinde "misyonerlik" karşı cepheye yöneltilen suçlamalar arasında yer alabildi. Hatırlayın; hayatının son günlerinde Ergenekon soruşturması kapsamında evi basılan Prof. Türkan Saylan, İslamcı yayınlarda "misyonerlik"le suçlanabildi.
İslamcılarca "ulusalcı-Kemalist" bulunan dönemin Van 100. Yıl Üniversitesi Rektörü Prof. Yücel Aşkın, haksız yere aylarca tutuklanırken, İslamcı Vakit gazetesinde, Türk tiyatrosunun kurucularından olan Ermeni dedesine atıf yapılarak "Kör Agop'un torunu çıktı" gibi başlıklara hedef olabildi.
Diğer yandan misyoner düşmanlığı, Ergenekon davasının sanık sandalyesinde bulunan ulusalcıların bir bölümünün ve askerdeki geleneksel çizginin belirgin damarı olarak öne çıkabildi.
İfade özgürlüğü ‘Pontusçu’ diye fişleniyor
Nihayet, dini inancını yaymaya çalışan ve ifade özgürlüğü kapsamında buna elbette hakkı olan insanlardan söz ediyoruz.
Ancak tarihiyle “farklı inançlara saygı” iddiasıyla da övünen bu ülkede, inançlarını yaymaya çalışan Hristiyanların, "Pontusçu" gibi ifadelerle girdikleri asker ve polis kayıtlarında "Türkiye'yi bölecek güçlerin uzantısı" olarak değerlendirildiklerini, hedef gösterildiklerini görüyoruz.
Radikal muhabiri meslektaşım İsmail Saymaz'ın "Nefret / Bir Milli Mutabakat Cinayeti" başlığıyla yayımlanan son kitabı, Malatya'daki Zirve Yayınevi'nde misyonerlerin katledildiği atmosferin arka planına ışık tutan son derece önemli belgeler içeriyor.
Saymaz'ın kitabından anlıyoruz ki, Trabzon'da katledilen rahip Santoro ile birlikte emniyet kayıtlarında "Pontusçu" olarak fişlenen bir protestan din görevlisi, Malatya'da da jandarma kayıtlarına aynı suçlamayla konu edilmiş.
Kitapta, Genelkurmay’ın meşhur 27 Nisan bildirisinde Malatya katlimının “dinin siyasete alet edilmesinin eseri” olarak söz konusu edildiği hatırlatılıyor. Ancak bildirideki bu iddiaya karşın, kitapta, Malatya İl Jandarma Komutanlığı’nın Zirve Yayınevi katliamından önce kentte defalarca "misyoner karşıtı" seminerler düzenlediği de belgelerle ortaya konuyor. Saymaz'ın ulaştığı belgelere göre, bu seminerlerde misyonerler bu kez PKK ile ilişkilendiriliyor!
Devletimizin ve parlamentomuzun tepelerinde dumanı tüten “Sünnetsiz PKK’lılar”, “Kürtler Ermeni sınırına dayandılar” gibi özdeyişleri hatırladınız mı! Geçelim…
Saymaz’ın kitabında, Necati Aydın, Uğur Yüksel ve Tilmann Geske'nin 18 Nisan 2007’de Zirve Yayınevi’nde vahşice katledilmesinden önce jandarma seminerlerinde misyoner düşmanlığının nasıl kışkırtıldığı anlatılıyor.
MGK’daki anti-misyoner koalisyon
Biraz önce, anti-misyoner cephedeki asker-sivil koalisyonunun çarpıcı bir örneğinden söz edeceğimi söylemiştim. Aslında bu koalisyonu aylar önce, Alper Görmüş Taraf’taki yazısında açıkladı.
Görmüş, Nokta Dergisi Genel Yayın Yönetmeni’yken yayımladığı “Darbe Günlükleri” arasında yer almayan bir notu ilk kez 5 Nisan 2011’deki yazısında okurlarıyla paylaşmıştı.
Halen tutuklu olarak yargılanan eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’e atfedilen Darbe Günlükleri'nde yer alan o nota göre, Milli Güvenlik Kurulu’nda misyonerlere karşı önlem alınması konusunda mutabakata varılıyor ki… Bir asker “laik bir devlet böyle davranmaz” tavrıyla araya giriyor.
Sözü fazla uzatmadan, Görmüş’ün 5 Nisan’da "2003-2007'deki anti-misyoner kampanya" başlığıyla yayımlanan yazısında yer alan Darbe Günlükleri’nin ilgili bölümünü birlikte okuyalım. Tarih 23 Ocak 2004, yer Milli Güvenlik Kurulu:
“Çeşitli irticai ve bölücü hareketler ile misyonerlik faaliyetleri anlatıldı. Takdimin sonunda Devlet Bakanı M. Ali Şahin söz alarak; misyonerlik faaliyetinin çok tehlikeli olduğunu, bunun önlenmesi gerektiğini ifade etti. (...) Söz alan Başbakan, misyonerlik ile mücadelenin iyi Müslüman yetiştirmek olduğunu, bu nedenle Diyanet İşleri Başkanlığı'nın yayınladığı Kuran kursları yönetmeliğinin bir gereklilik olduğunu ama bu konunun yanlış anlaşıldığını belirtti. (...) Söz alan GB (Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök) ‘Bence söylenenler laiklik karşıtı. Hükümet olarak ülkede dinlere karşı eşit uzaklıkta durması ve aynı tarzda muamele edilmesi gerektiğini’ söyledi.”
Alper Görmüş, o yazısında, biraz karışık olan son cümleyi şöyle açıyordu:
“Son cümle bozuk ama anlamışsınızdır: Genelkurmay Başkanı Özkök, ‘misyonerlere karşı mücadelede’de ortak bir noktada buluşan hükümet ve komutanlara, savundukları şeyin laiklikle bağdaşmadığını hatırlatıyor haklı olarak.”
Görmüş, aynı yazısında, Wikileaks’e sızan belgelere göre, Amerikan diplomatlarının, özellikle Diyanet İşleri Başkanlığı üzerinden yürütülen misyonerlik karşıtı propagandanın şiddete yol açabileceği yolundaki kaygılarını hükümete açıkça ilettiklerini de vurguluyor.
Görmüş, yazısında, Ergenekon davasında tutuklu olarak yargılanan Sevgi Erenerol'un yüksek rütbeli askerlere verdiği “misyonerlik dersleri”ni dava dosyasında okuduğumuza ve AKP’nin, kendisini de hedef alan bu kampanyayı anlamayarak destek verdiğine de işaret ediyor.
Hristiyanlık ortak düşman olmasaydı…
AKP anlamayarak mı destek verdi, emin değilim. Zira bu ülkenin sağcısı, ulusalcılığa evrilen solcusu, İslamcısı, milliyetçisi, askeri, sivili ve polisi aynı şeye inanıyor:
Misyonerler dinimizin, devletimizin, ülkemizin düşmanıdır!
Öyle olmasaydı, en az diğer etnik-dini gruplar kadar bu ülkenin sahibi olan Süryaniler’in “yabancıların işbirlikçisi” olduğu daha bu sene Milli Eğitim Bakanlığı’nın hazırlattığı ders kitaplarına girebilir miydi?
Öyle olmasaydı; Türkan Saylan’a “misyoner” diye saldıranlar Başbakanlık uçağında ağırlanabilir miydi?
Öyle olmasaydı; misyonerlere karşı önlem almaktan söz eden Mehmet Ali Şahin önce Adalet Bakanı, ardından TBMM Başkanı olabilir miydi?
Öyle olmasaydı, Hrant Dink’in öldürülmesi sürecinde ihmali sorgulanan İstanbul Emniyet Müdürü Vali, İstanbul Valisi de önce Kamu Güvenliği Müsteşarı, daha sonra milletvekili olabilir miydi?
Öyle olmasaydı, Hrant Dink’i öldüren çeteye ilişkin soruşturmada idari yargı kamu görevlilerinin dava edilmesini, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin mahkûmiyet kararına rağmen, önleyebilir miydi?
Misyoner düşmanlığı, Türkiye’deki en büyük koalisyonlardan biridir…
Bu ülke, “nefret suçları”yla da örülü bir tarih yazdığını ne zaman anlayacak?