Abdullah Öcalan'ın Ankara'daki öğrencilik yılları ve Milli İstihbarat Teşkilatı tarafından yönlendirildiği iddiaları bir kez daha gündemde. AKP listesinden Gaziantep Milletvekili olarak parlamentoya giren gazeteci Şamil Tayyar'ın son kitabı “Kürt Ergenekonu – Derin PKK'nın Gizli Kodları” adıyla yayımlanan son kitabında da bu iddialar üzerinde duruluyor.
Uğur Mumcu da, 24 Ocak 1993'te bombalı bir saldırıyla katledilmeden hemen önce, Öcalan'ın devlet ile ilişkisi üzerinde duran bir çalışma yapmış, 12 Mart döneminin savcılarından Baki Tuğ ile bu konuda temasa geçmişti. Öcalan'ın ayrıldığı eşi Kesire'nin babasının MİT ile ilişkisi de Mumcu'nun üzerinde durduğu konulardan biriydi. Öcalan'ın, MİT'e çalışan Kesire'nin babası Ali Yıldırım aracılığıyla teşkilatla temas kurduğu yolundaki yazılar, Mumcu'nun katledilmeden önceki son çalışmasının ardından büyük bir ivme kazandı. Benzer iddialar, bazı tanıklıklara dayanarak Şamil Tayyar'ın kitabında da yer alıyor.
1971 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne kayıt yaptırdıktan sonra Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne (Mülkiye) geçiş yapan Abdullah Öcalan'ın, burada aynı dönemde birlikte okuduğu Türkiye Halk Kurtuluş Partisi – Cephesi (THKP-C) lideri Mahir Çayan ve arkadaşlarından etkilendiği biliniyor.
'Sayın Öcalan, kitapları geri getirin!..'
1980'lerin ilk yarısında Mülkiye'ye girenler 12 Eylül darbesinin fakültede esen sert havasını solurken okul duvarlarına asılı ilginç bir duyuruya da tanık oldular. SBF Kütüphanesi'nin yaptığı duyuru “Sayın Abdullah Öcalan...” diye başlıyor ve o sırada silahlı eylemlere başlamış PKK'nın kurucusundan kütüphaneden ödünç alıp iade etmediği kitapları geri getirmesi isteniyordu. Kitapların isimlerini hatırlamıyorum, ancak o yılları Mülkiye'de birlikte geçirdiğimiz bazı arkadaşlar Lenin'in, Engels'in kitapları olduğunu tahmin ediyorlar. Öcalan kitapları iade etmiş olamayacağına göre, SBF Kütüphanesi arama kayıtlarını muhafaza etmiş olabilir.
Cumhuriyet Ankara Bürosu'nda aynı yıllarda çalışma şansı da bulduğum Uğur Mumcu'nun son araştırmasından beri, bu konuda dolaysız tanıklar olup olamayacağını düşündüm. Nihayet, üniversitedeki bazı eylemlerden sonra arkadaşları gözaltında tutulurken serbest bırakılması spekülasyonlara konu olan Abdullah Öcalan Mülkiye'de öğrenciyken, MİT'ten SBF Dekanlığı'na Öcalan'ın korunmasını isteyen bir mesaj gönderildiği yolundaki söylenti üzerine bir girişimde bulundum. Öcalan'ın fakültede öğrenci olduğu sırada, 1977'de SBF Dekanlığı'na seçilen Prof. Cevat Geray'dan randevu aldım ve emekli olduktan sonra fakültede kendisine tahsis edilen odada uzun bir görüşme yaptım.
Başka bir çalışma bağlamında değerlendirmeyi düşündüğüm aylar önceki o görüşmenin Abdullah Öcalan ve Mahir Çayan'a ilişkin bölümlerini güncel tartışma nedeniyle paylaşıyorum.
- Mülkiye, 1970'lerin ortasından itibaren çatışmaların odağında olan bir fakülte oluyor. Şiddet de başlıyor mu bu dönemde? Siz nasıl bir süreç yaşadınız o dönemde.
Şiddet olduğunda bu Mülkiye'ye yansıyordu. Belli grupların işgali altındaydı bazı fakülteler. Özellikle solcu bilinen öğrencileri (okullara) sokmuyorlardı. Sol grupların çoğunlukta olduğu bir fakülteydik, ama öğretim görevlilerimizle birlikte sağcıların öğrenim hakları için olağanüstü çaba harcadık. Başlangıç yıllarında okula devam edemeseler bile sınava girme olanağı sağlandı. Ayrı bir kapıdan öğrenciler alınarak taş odalarda (SBF'nin en alt katındaki sınıflar-D.A) sınava girdiler. Bütün bunlara rağmen sadece bir sağcı öğrenci bile “ben sınavlara giremedim” diyemedi. Öğrenciler okula gelirken (diğer) öğrenciler beklerdi. Çatışma çıkarsa oradan takviye almak için. O dönemde polisin içinde POL-DER'liler solculara hoşgörüyle davranan bir örgütlenme içindeydi. Buna karılık POL-BİR'li polisler de sağın takviyesiydi. Benden önceki Dekan Gündüz Ökçün, çatışma çıktığında okulu tatil ediyordu. Eleştirmek için söylemiyorum, ama çözüm değildi. Öğrencilerin sınıflara girip öğretim görmelerini sağlamak bilinci ile hareket ettik. Siyasal'ın öğretim üyeleri bu konuda yardımcı oldular. Ve başardık da. Öğrenciler derslere girdiler.
- Öğrenci birlikleri sizden bir şeyler talep ediyorlar mıydı?
Öğrenciler bölümlere ayrılmıştı. Her bir liderle konuşmak, onlarla yönetimi sağlamak yerine öğrenci temsilcisini, öğrenci işleri görüşüldüğünde, hem Fakülte Kurulu'na -eski adıyla Profesörler Kurulu-, hem de Fakülte Yönetim Kurulu'na alıyorduk. Böylece onlar öğrencilerin isteklerini, sorunlarını yansıtabiliyorlardı. Bu bir katılım örneğiydi, doğrusu yararlı da oluyordu.
'Ben Mahir Çayan, beni arıyormuşsunuz...'
- 1971 sonrasında da siz okuldaydınız. Mahir Çayan öğrenciniz oldu mu?
Benim doğrudan öğrencim olmadı. Fakat Mahir Çayan'la şöyle tanıştık. Yönetim Kurulu üyesiydim, Çayan'ın adıyla (öğrenci olmayan) bir yabancıya kimlik çıkarmak için bir fotoğraf verilmiş. Bunun Mahir'in fotoğrafı olmadığı söylendi. Kurul'a gitti bu konu. Çayan'ın bu olaydaki rolünü belirlemek için ben görevlendirildim. İki-üç kez saat vererek, “Mahir Çayan adlı öğrencinin Doç. Dr. Cevat Geray'a başvurması...” diye duyuru astık. Bekledim ben. Duyurulara karşın gelmedi. Bir gün tam fakülte dışında bir işim vardı, oraya çıkıyordum, geldi ve 'Ben Mahir Çayan, beni arıyormuşsunuz' dedi. Ben de “Tam çıkıyordum, senin ifadeni almam gerekiyor. Daha sonra gelmeye söz veriyorsan seninle o zaman görüşürüz. Bil ki sen şununla suçlanıyorsun. Senin adına başka biri adına hüviyet çıkarılmak istenmiş. Bununla ilgili konuşacağız” dedim.
Kimlikle ilgili, “Evet doğrudur. Hasta bir arkadaşımızın tedavi görebilmesi için, ulaşımı indirimli kullanabilmesi için” itirafından bulundu. Dürüst ve samimi olduğu izlenimini bıraktı bende.
Maltepe'deki olayda gördüm. Kızıldere'den (30 Mart 1972) ölüm haberi geldi. Böylece Mahir Çayan dosyası kapandı.
12 Mart Savcısı Baki Tuğ'un Öcalan iddiası
- Öcalan öğrenciniz oldu mu?
Abdullah Öcalan öğrencim olmadı. O zaten ikinci sınıfa kadar gelebildi. Uğur Mumcu dostumuz, şöyle bir yaklaşım içinde olduğunu söyledi, “Abdullah Öcalan MİT'in elemanı” dedi. Behice Boran'ı anmak için İstanbul'a gitmiştik. Otobüste yan yana oturuyorduk Uğur'la. Uğur, Baki Tuğ'un (Sıkıyönetim Savcısı), MİT'in “Abdullah Öcalan bizim adamımızdır' diye bir not gönderdiğini söylemiş. Savcı da ona takipsizlik kararı verdi. Ve bunun üzerinde durdu.
Mülkiye'de de bu adam çok korunmuştur, deniyordu. O zamanlar polis bir grubu alıp götürüyor, eylemlerinden dolayı, birisini yargılamadan sorgulamadan serbest bırakıyordu. O (Öcalan) bunlardan biriydi. “Fakülte Kurulu korumuş bunu” konusuna gelince... Hayır. O dönemde en az 2-3 öğrenci affı çıktı. Öğrenci affından yararlanarak öğrenciliğe geri döndü. Biz de “Yönetim Kurulu'ndan kimler var diye bakmayız” dedim. Özel bir şey yapıldığını sanmıyorum. Ben dekanım ve benden habersiz bir şey yapılmaz.
MİT'in SBF girişimleri
- O dönemde fakülte yönetimine, korunması talebiyle MİT'ten “Öcalan bizim elemanımızdır” veya “bizim için çalışıyor” gibi bir yazı ya da telefon geldi mi?
Olmadı hayır. Sadece MİT'in Cebeci bölgesi şefi mi ne, o bize şöyle bir sızma yapmak istemişti. Fakülte Sekreteri Malik Şat'a “Bize bilgi aktar öğrenciler hakkında” diye bir istekte bulunmuş. Malik bize bunu söyledi ve reddettiğini belirtti. Öğrenciler hakkında bilgi için doğrudan doğruya polis ya da güvenlik güçleri, öğrenci işlerinden bilgi istiyorlardı. Şef geldi, “Efendim (bir) öğrenci hakkında inceleme yapmak istiyorlar” dedi. Ben de “yargıç kararı olmadan kimseye bilgi verilmeyecek” dedim. Ve bu uygulamayı esas tuttuk. Ve hiçbir bilgi verilmedi.
- İstihbaratın yararlandığı herhangi bir öğrenci için yazılı veya sözlü olarak bir talep...
Bana böyle bir şey söylemeye cesaret edebilirler miydi? Belki birtakım hocalar arasında ulaşabildikleri olabilir...
- Mülkiye MİT'in çok nüfuz etmek istediği bir yer miydi?
Evet. Nedeni de demokrasinin kalesiydi. İlerici güçlerin görüştüğü bir yerdi. Ama Sıkıyönetim Komutanlığı'ndan bile böyle bir istek gelmedi bana. Herhangi bir olay çıktığında sıkıyönetim komutanı gelir ve olayla ilgili bilgi alırdı.
'Kurşun izleri yüz karası değil şereftir...'
- Öcalan'ı öğrenci olarak gördünüz mü? Öğrencileriniz arasında kimler vardı?
Öcalan'la karşılaşmadım. Ben asistanken Hikmet Çetin vardı, Yalçın Küçük vardı. Sıkıyönetim güçlerinin fakülteye ateş açtığı dönemde bunlar ortalıktaydılar.
28 Nisan'da (1960) İstanbul Üniversitesi'nde olaylar oldu. O olaylarda buradaki gençler de okul bahçesinde toplandı “Hükümet istifa” diyerek. Ertesi gün Namık Argüç kuvvet bölüklerini sıralamıştı. Süvari birliklerini fakülteye yollayarak atlarla fakültenin içine girdi. Bu öğrencileri, bizi itfaiye ile dağıtmak istediler. Bizim öğrenciler aracı ele geçirdi. Hortumu ters çevirdiler onlara karşı. Sonra da hortumu kestiler. Bunun üzerine silahla ateş emri verildi. İzleri kaldı mı bilmiyorum ama... Ön cephede kalmış olabilir. Özellikle de şu olay oldu. Tarama olayından sonra adeta Ankaralılar, tavaf edercesine kuyruk olurcasına bizim fakülteyi ziyaret etti. Kurşunlar öğrencilere isabet etmedi. Altan Güven adlı bir öğrencinin dişini sıyırmıştı. Asker içeri girdi, dekan Fehmi Yavuz “Buraya giremezsiniz” dedi. Askerin biri Fehmi Yavuz hocaya jopuyla vurdu ve tırnağı koptu. Bu yaralar cam kırıkları falan, herkes böyle geliyor iktidara karşı nefret uyandırıyor. 1960'ın Mayıs ayı başı... Olay 29 Nisan'da oluyor. O günlerde Başbakan Menderes gece yarısı Fehmi Yavuz hocaya telefon ediyor... “Cam kırıklarını ve kurşun izlerini neden silmiyorsunuz? Onlar Mülkiye'nin yüz karası” deyince, Fehmi Yavuz Hoca “Onlar bizim şerefimizdir” yanıtını veriyor. Dekan'ın bu cevabı yansıma buldu...