İran’ı, ilkokuldaki harita-metot defterimin arka kapağındaki Türkiye haritasının kenarında tanıdım. Doğudaki büyük komşumuzdu.
Bölge daha sonra zihnimde Çaldıran Savaşı ve Kasr-ı Şirin Anlaşması ile yürürlüğe girecekti.
“Çaldıran Meydan Muharebesi” bugünkü İran topraklarında, Çaldıran Ovası’nda cereyan eder. 1. Selim ve Osmanlı’nın. başlarına taktıkları serpuşun rengi nedeniyle ‘’Kızılbaş’’diye ayırt ettiği Türkmenlerin desteğiyle kurulan Safevi devletinin Şahı 1. İsmail'in orduları arasında. Osmanlı’nın zaferiyle sonuçlanan savaş, yüzlerce yıl İran’ı bir tehdit olarak görmemize neden olan bir bakış açısına dayanır: Anadolu’da Şah'a yakın Türkmen ''Kızılbaş''lar ve isyanları.
Savaş öncesindeki mektup düellosu ilginçtir. Selim Farsça yazar, İsmail'in cevabı Türkçe'dir. Zaten İsmail'in “Hataî” mahlası ve Türkçe yazdığı şiirleri ünlüdür. “Hakikat bir gizli sırdır / Açabilirsen gel beri / Küfr içinde iman vardır / Seçebilirsen gel beri / Şeyh Hataî'm eydür heman / Dağları bürüdü duman / İşte İncil işte Kuran / Seçebilirsen gel beri” dizeleri İsmail'e aittir.
Velhasıl, o zaman da tehdit olarak görülen bir ülke var bugün İran dediğimiz topraklarda.
Başbakan Tayyip Erdoğan'ın, Seul'deki nükleer zirveden sonra başlayan İran seyahati nedeniyle, filmlerine giderek daha düşkün olduğu İran'ı, bu ülkeyle tarihimizi, korkularımızı, batının iki yüzünü düşündüm.
Osmanlı'nın “Irak-ı Arap” topraklarının hâkimiyeti için de savaştığı doğu komşusuyla hikâyesi uzun. O tarafta Sünnîlerin, bu tarafta "Kızılbaş" denilerek on binlerce insanın katledildiği kanlı sayfalarla dolu bir tarihten söz ediyoruz.
İran'la Kasr-ı Şirin anlaşması, halen İstanbul’da Anadolu yakasının en şöhretli caddesine ismini veren ve Ahmet Haşim’in de doğum yeri olan Bağdat’ı tekrar Osmanlı topraklarına katan bir savaşın sonunda imzalandı. Bugünkü Türkiye-İran sınırı, 1639 yılında, Osmanlı’nın başında IV. Murat varken Safevi devletiyle yapılan bu anlaşmayla tam 373 yıl önce çizildi.
İran, Anadolu'yu da sınırları içine alan büyük Pers İmparatorluğu'nun devamıdır. Arapça’da “P” harfi olmadığı için onları “Farsî” diye biliriz, Osmanlı Sarayı ve Divan Edebiyatı'nda da yaygın olan dillerine “Farsça” deriz. Ve “Dört nala gelip uzak Asya'dan / Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan” şu Anadolu'dan toprak kardeşiyiz.
Gelgelelim İran bu topraklarda hep bir tehdit algısı yarattı. 1. Selim’den Tevhid-i Tedrisat'a karşı medreseleri savunanlara “Bu adamlar burasını İran gibi mi yapmak istiyorlar” diyen Mustafa Kemal'e, Humeyni liderliğindeki 1979 İslam Devrimi'ne ve sonrasına kadar böyle olageldi. 28 Şubat sürecinin sembollerinden biri olan Sincan'daki “Kudüs Gecesi” temsilinin onur konuğunun İran'ın Ankara Büyükelçisi olduğunu, 28 Şubat kararlarının resmen açıklanmayan 10. maddesinde İran tehdidinden söz edildiğini unutmayın.
Kâh İran'ın “rejim ihracı” doktrini, kâh Türkiye'deki vesayet rejiminin bekasını dış tehdide de dayandırma eğiliminin sonucu, yanıbaşımızdaki bu ülkeye karşı büyük bir yabancılaşma oldu.
İslam Devrimi'nden önce baskıcı Şah rejimiyle yönetilen İran, 33 yıldır da baskıcı dinî bir rejim altında. En yüksek bedeli kadınların ve kız çocuklarının ödediğine kuşku yok.
Nükleer silahlar kimlerin kontrolünde?
Peki Türkiye, halihazırda İran'ın “rejim ihracı” menzilinde bulunuyor mu?
Hayır!
İran'ın ne Türkiye'ye, ne de bir başka ülkeye rejim ihraç edebilecek gücü var. Dünyadan izole edilmiş ve yalnızlaştırılmaya çalışılan bir ülkedir İran. Demokratik olmayan her rejimde olduğu gibi, varlığını sürekli onu tehdit olarak gören “düşmanların” varlığıyla inşa etmeye çalışan, baskıcı ve itibarsız bir yönetim var İran'da. Adına ABD, İsrail, Avrupa ya da kısaca “batı dünyası” demeniz durumu değiştirmez. İran yönetimi nükleer programından vazgeçmeyeceğini söylüyor, “batı” üç koldan İran’a yaptırım uygulamaya çalışıyor.
Peki bu yaptırımlardan en büyük zararı kimler görüyor?
İhtimal cevabımız aynı; bu içerden ve dışardan kuşatılmış dünyada kısıtlanan İranlı çocuklar.
Peki, bu durumun tek suçlusu İran yönetimi mi?
Hayır.
New Scientist Dergisi’ne göre dünyada 2.2 milyar insan Hristiyanlığa inanıyor, 1,6 milyar insan İslama, 15 milyon insansa Museviliğe.
İran nükleer silah geliştirmeye çalışmakla suçlanıyor. Peki kimin elinde en çok nükleer silah materyali var? The Economist'e göre, dünyada en çok nükleer silah materyali ABD'de var. ABD'yi Rusya, Fransa ve İngiltere izliyor.
Peki İsrail ve İran'ın ne kadar nükleer silah veya materyali var? İsrail'in elinde 0.5 -1.99 ton, İran'ın elinde ise 5-20 kilogram nükleer silah materyali bulunuyor.
Nükleer başlık taşıyan silahlara sahip İslam ülkesi var mı? Açık olarak bilinen ülke Pakistan. Türkiye ise, müttefiklerinin “taşıyıcı” ülkesi olarak görünüyor!
Şurası açık; bugünkü İran doktrininin temel dayanaklarından birisi, en büyük nükleer silaha 2,2 milyar nüfuslu Hristiyan dünyanın ve İsrail'in sahip olması. Malum; Ortadoğu'da tek nükleer güç, 7 milyon dolayında nüfusu bulunan İsrail.
Bu manzarada bir tuhaflık yok mu? Yani dünyamızı nükleer silahlardan arındıramayacak ve dengeyi nükleer dehşet üzerine kuracaksak, İran -ya da heveslenen ve heveslenecek diğer ülkeler- programlarından nasıl vazgeçecek, bu yoldan nasıl alıkonacaklar?
Ne diyor Putin; “Batı kitle imha silahlarına karşı kampanyayı İran rejimini değiştirmek için kullanıyor. Nükleer güce sahip bazı ülkeler silahlanırken biz sonsuza dek silahsızlanamayız. Bu mümkün değil.”
'Büyüklerin yaptıklarının günahını çocuklar çeker...'
Kasr-ı Şirin'de sınırları çizilmiş topraklarda yaşar bugünkü Farsî çocuklar. “Cennetin Rengi” adlı dokunaklı filmin çekildiği o gerçekten güzel coğrafyada.
İran sineması güzidedir, dokunaklıdır, naiftir, insanidir, aile hayatını, sahipsiz ve yoksul çocukları, yer yer Çehov'un izinde, hikâye eder.
Özgün adı “Tanrı'nın Rengi” anlamına gelen ve ünlü yönetmen Majid Majidi'nin senaryosunu yazıp yönettiği film görme engelli, çevresini sadece dokunarak ve duyarak anlamaya çalışan küçük bir çocuğun dünyasının masalıdır. Yine Majidi’nin “Serçelerin Şarkısı” adlı filminde de, ünlü yönetmenin ifadesiyle “henüz fıtratı kirlenmemiş çocuklar” var. İzlemelisiniz. Yoksul, ama bu yoksulluğun yenik düştüğü mutlu çocuklar.
Vedat Özdan'ın İran’a uygulanan ambargoyla ilgili olarak T24'te yayımlanan çarpıcı yazısında naklettiği, Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir zamanlar Anadolu’da” adlı başyapıtındaki Komiser Naci’nin (Yılmaz Erdoğan) sözlerinin tarif ettiği bir mahkûmiyeti yaşıyor İranlı çocuklar:
“Büyükler yaptığının cezasını çeker, büyüklerin günahını ise çocuklar!..”
Evet, nükleer silahlara sahip bir İran bir tehdit. Peki İran'ın hevesi, füze başlıklarında, gizli hangarlarda bekletilen binlerce nükleer silahla insanlığın kendisine yaptığı büyük ihaneti hafifletiyor mu?
Çehov demiştik. Nükleer silah yarışına girmiş bir dünya, İran'ın günahlarıyla “aziz” olabilir mi!
Batı için doğuda hakikat, evet bir gizli sırdır...