Radikal önerilerin yer aldığı yeni anayasa raporunu salı günü açıklayan TÜSİAD, 40. kuruluş yıldönümü çalışmaları kapsamında, askeri vesayete karşı demokratik otoritenin tesisi, çatışmaların müzakere yoluyla durdurulması ve barış süreçlerinde etkili olan yöntemleri konu olan uluslararası bir forum düzenledi.
Türkiye'de demokratikleşme ve Kürt sorununa çözüm arayışları bağlamında ilham verici sunumların yapıldığı “21. Yüzyıl'da Devlet ve Birey” başlıklı forumda yaklaşık 50 bin vuruş hacminde not tutmak zorunda kaldım.
Moderatörlüğünü TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Ümit Boyner'in yaptığı forumun, konuşması merakla beklenen katılımcısı, İspanya'da darbe sonrası otoriter dönemden demoktikleşmeye geçiş sürecinde iktidara gelen ve ülkenin Başbakanlık koltuğunda en uzun süre oturan isim olan, halen Avrupa Birliği Bilge Adamlar Grubu Başkanlığı görevini yürüten Felipe Gonzalez'di. Ancak, zaman zaman aksayan çevirinin azizliği nedeniyle, Gonzalez'in mesajları, İspanyolca bilmeyen izleyicilere biraz kayba uğrayarak yansıdı.
Çatışmaların müzakere yoluyla durdurulması ve barış süreçlerinde etkili olan yöntemlerin üzerinde durulduğu forumda ilginç bir sunum yapan Güney Afrikalı insan hakları savunucusu Avukat Brian Currin ve eski İspanya Savunma Bakanı Narcis Serra'nın görüşleri ile foruma katılan Prof. Murat Belge, Ahmet İnsel, Prof. Mithat Sancar ve Prof. İbrahim Kaboğlu'nun değerlendirmelerini yarın, Gonzalez'in görüşlerini ise bugün özetlemeye çalışacağım.
Gonzalez, ülkesinin askeri vesayete karşı deneyimlerini anlatırken, vaktiyle yaptığı ilginç bir tercihi hatırlattı. Silahlı kuvvetlerin sivil otoriteye tabi hale getirilmesi sürecinde Savunma Bakanlığı'nın kilit bir önemi olduğunu anlatan Gonzalez, 1982 yılında Başbakan olduktan sonra bu göreve, o sırada 37 yaşında olan ve “hiç askerlik yapmamış olan” Narcis Serra'yı seçtiğinin altını çizdi.
Avrupa Birliği'nin Türkiye'ye karşı taahhütlerini tutmadığını, bu konuda Fransa kamuoyunda yayılan olumsuz havanın önemini anlatan Gonzalez'in konuşmasındandan bazı bölümleri özetleyerek aktarıyorum:
'Ulus devlet krizi yaşanıyor'
Ben ilginç bir çalışma grubu içindeyim. Bu grup krizleri analiz ediyor. Yönetişim krizlerini küresel düzeyde ele alan bir örgütün başkanıyım. Her ülkenin kendi reformlarını, kendi konjonktürlerine göre yapması konusunda hemfikirim. Bir fotokopi olarak uygulanacak bir model yok. Mesela Tunus’taki görüşmelerde bunu belirttik. Her ülkenin kendi durumları içinde son derece ilginç bir dönemi yaşamaktayız; buna da “ulus devlet krizi” adını vermekteyiz.
Daha geniş alanlar arayan, bu şekilde küreselleşmenin getirdiği zorlukları aşmamızı sağlayan, devletin kendi içindeki sorunlara daha uygun cevap vermesini sağlayacak bazı mekanizmaların oluşmasını, verimliliği artıracak zeminin yaratılmasını, bölge içinde kültürel çeşitliliğe cevap verecek reformlar yapılmasını sağlamak gerekiyor.
'Vatandaşlık felsefesine dayanmayan demokrasi olmaz'
Vatandaşlık felsefesine dayanmayan bir reformla demokrasi gerçekleştirilemez. Bu nedenle etnik ve kültürel farklar ve cinsiyetler arasındaki farkların uyuşmasında yaşanan zorluklar, bu demokrasilerin önünde engel oluşturmaktadır. Demokrasi fikirlerin çokluğunda ve özgürce ifadesinde yatar. Demokrasi bizi iletişim araçlarıyla ifade özgürlüğüne getirmektedir.
Son derece kötü olan bir şey; sınırları aşan, ifade özgürlüğünü aşan medyadaki sansür gibi bazı yasaklamalar.
Bizim çoğulculuk olarak adlandırdığımız şey, aidiyet duygumuzun çeşitliliği olmasıdır. Demokratikleşme sürecinde iki önemli aşamayı ayırı edebiliriz. Birincisi “geçiş dönemi”, ikincisi “demokrasinin konsolidasyonu dönemi.”
'Şiddet, asla bizim aldığımız sonucu alamazdı'
İspanya’da bizlerin yaptığı anayasal reform, herkesin ortak görüşü paylaştığı bir reform olmuştur. Bizdeki oyunun kuralları herkesin çıkarına uygun düşmüştü. Ama şiddetin, gücün kullanımı bu sonucu asla elde edemez. Bizim anayasamızda da bazı sorunlar var. Doktrinel olarak sorunu olmayan bir anayasa zaten yok. Bizim anayasamız aşırı sert, değişimlere karşı oldukça sert bir anayasa. Anayasa meselesinde bir konsensusa ulaşmaya çalışmak ve revizyon mekanizmaları elde etmek önemlidir.
Diyalog açısından ikinci bir konu da, İspanya için, “bizim değişim sürecimizde Avrupa ne anlama gelmektedir” sorusuydu. Tabii ki bir demokratik bir sisteme geçmek, çoğulculuğun, temel hakların kabul edilmesini ve sivil toplumun güçlenmesini istiyorduk. Özerklik sistemini ve gücün merkezden uzaklaşmasını istiyorduk. Gücün merkezden uzaklaşması daha etkili oluyor, gücün vatandaşlara yaklaştırılması için daha yararlı oluyor. Ama bu merkezden tamamen uzaklaşma anlamına gelmiyor.
Merkezden uzaklaşmanın İspanya’daki anlamı; ilk olarak, İspanya dediğimiz kamusal alanda aidiyet duygusunun çeşitliliğiydi.
'AB ekonomimizin özgürleşmesi için müthiş etki yaptı'
Avrupa ile entegrasyon şu konuda yarar sağladı; bizim üretim mekanizmalarımızı geliştirmemizi sağladı. İspanya sınırlar anlamında tipik olarak kapalı bir ülkeydi. Ekonomisini özgürleştirmeye itiraz eden bir ülkeydi. Avrupa’yla entegrasyon ekonomimizin özgürleşmesi açısından müthiş bir etki yaptı. Daha sonra demokratikleşme ve modernleşme, silahlı kuvvetlerinz rolünün belirlenmesi, bütün bunları AB’ye üyeliğimiz sağlamış oldu.
'Biz de Fransız engelini aşmak zorunda kaldık'
AB’de ne yaptık ve AB’nin Türkiye ile ilişkileri nasıl? Akil adamlar olarak görüşümüz, AB’nin geleceği açısından öncelikler yaratmak. AB, özellikle Türkiye'yi de kapsayacak şekilde yeni adaylarla devam etmeli. Ama Avrupa, küresel ekonominin gelişmeleri konusunda biraz geride. Bu da finansal krizin Avrupa’yı daha fazla etkilemesinden.
Dolayısıyla sizin kendinize özgü bir olayı var. Bizim ülke olarak talebimiz, müzakerelerin 1976’da başlamasıydı, 1985’te üyelik anlaşmızı imzaladık, 1986’da birlik üyesi olduk. Bizim müzakere sürecimiz 7 yıl sürdü. Biz de Fransız engelini aşmak zorunda kaldık ve AB ile bütünleşme konusunda anlaştık.
'İnanın bana, liderlerden çok kamuoyları Türkiye'ye karşı'
Türkiye’nin işine karışmak istemem, ama Avrupa’yla entegrasyon ekonomik entegrasyona ve demokrasinin konsolidasyonuna çok yarar sağlıyor. AB Türkiye'yi adaylığı kabul etmekte geç kaldı ve buna karar verdiğinde öyle bir problemle karşı karşıya kaldı ki, inanın bana liderlerden çok bu bir kamuoyu fikri sorunuydu. Kendi kamuoylarının fikirleri bu üyelik süreciyle bağdaşık değildi.
Siyasi liderliğin ötesinde bir şey bu. Türkiye’nin hangi üyeyle sorunu var, hiçbiriyle yok. Ama Fransa kamuoyuyla bir sorunu var. Chirac başkanlığa geldikten sonra Fransa bu konuda eksen değiştirdi. Schroeder’den sonra Almanya’da da bir eksen değişikliği oldu. İngiltere hep destekledi. Ama Chirac, kamuoyunun tepksinden korktu ve bu garip şeyi yarattı, Türkiye’nin ve diğer üyeliğe aday olanların üyeliğini referanduma sokmak için anayasa değişikliğine gitti. Kamuoyunda son derece ciddi bir sorun olduğu ortaya çıktı.
İleri demokrasilerde büyüyen bir iletişim sorunu bulunmaktadır. Sadece kamuoyu değil, aynı zamanda iletişim organlarında verilen görüşler de önemli. Liderlik kapasitesinde bir eksiklik var. Bir kere Türkiye ile müzakere kararı alındıysa. Bunu ileriye götürecek liderlik yok, bu konuda sorun var.
'AB'ye aidiyette iki konu var'
AB’ye aidiyet konusunda iki konu var. Biri; bu klübe ait olmak konusunda istek, gönüllülük. Norveç birkaç kere reddetmişti. Aidiyet konusunda bütün şartları yerine getirmiş, ama İsviçre gibi, klübe ait olmak istemiyor.
İkincisi; klüp için istenen şartları yerine getirmek. Bunun için de reform yapmak gerekiyor. Şartların yerine getirilmesi, demokrasi ve ekonomik üretkenlik mekanizmaları için de çok yararlı oldu.
'Askerlik yapmayan Serra'lı Savunma Bakanı yaptım'
Rakamlardan çok hoşlanmam ama, (Narcis) Serra’yı Savunma Bakanlığı’na seçtiğim zaman 37 yaşındaydı ve askerlik yapmamıştı! Savaşa gitmeyecekti o zaman da, hiç askerlik yapmamıştı. Bu başarı da yarattı. Barcelona Belediye Başkanlığı yapmıştı. Birlikte başladığımızda İspanya’da kişi başına gelir 4 bin 500 dolardı. Bugün, kişi başı gelir olarak 30 bin doların ilerisindeyiz. 30 yıl geçti ve 4 bin 500 dolardan buraya geldik.
'Avrupa'da neden Facebook, Google yok'
İspanya’nın büyük sorunları var. Duydum ki Kore, İspanya ile bir karşılaştırma yapmış, çok ilginç. Kore insan sermayesi konusunda tam bir devrim yapmış. Temel eğitimde, kişisel-mesleki eğitimde gerçek bir insan sermayesi devrimi yapılmış. Büyümekte olan bir ülkeden yüksek gelişim seviyesi olan bir ülke olmuş. Avrupa ve İspanya’da ise insan sermayesinin geliştirilmesi, eğitim seviyesi yüksek olmasına rağmen, yavaş. 500 milyon Avrupalı içinde hiç Google, Facebook, Microsofta yeteneği yok. Yetenek var, ama çıkarların rekabeti yeteneklerin doğmasını engelliyor. Bu yaratıcılık kapasitesi ve katma değer bağlamında, Avrupa'yı Asya ve ABD’den ayırıyor.
Cumhuriyet'in kuruluşunun 100. yıldönümünde AB'ye tam üyelik çalışmaları yapan Türkiye'ye ve TÜSİAD'a tecrübelerimi aktarmak isterim. AB Türkiye'ye karşı taahhütlerini tutmadı. Ama Brüksel'de mücadele etmek çok önemli. Mesela TÜSİAD Brüksel'de bir temsilcilik açmalı ve Türkiye için ikna edici görüşmeler yapmalı. Türkiye'nin katılımı AB için de katkı anlamına geliyor.
Gonzalez'in konuşması özetle böyle. Konuşmadan sonra verilen arada TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Erkut Yücaoğlu'nun, “Demek ki Gonzalez'e TÜSİAD'ın uzun süredir Brüksel'de bir temsilciliği olduğunu söylemekte eksik davranmışız” diye takıldığını da not edelim.
Cem Boyner: BDP dururken İmralı'yla görüşmek olağan mı?
Forumdaki sunuşların ardından, TÜSİAD'ın yeni anayasa raporunun açıklandığı salı günü “İnsan hakları ve onuru Türkiye'nin bölünmesinden daha önemlidir. Türkiye'de İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca okul var, ama Kürtçe okul yok” sözleriyle önemli bir çıkış yapan Boyner Holding Yönetim Kurulu Başkanı Cem Boyner, forumun en dikkatle izlenen sunumunu yapan Güney Afrikalı insan hakları savunucusu Brian Currin'e, Kürt sorununda diyalog arayışına ilişkin bir soru yöneltti.
- Çeşitli ülkelerde sorunlar aynı olmasa da süreçlerin benzer bir şekilde işlediğini belirten ve süreci “şaşkınlık, inkâr, tepki, çatışma, çözümsüzlük, açıklık, konuşma ve belki arkasından çözüm” aşamalarıyla tarif eden Boyner, Currin'e şu soruyu sordu:
Türkiye’deki örneği süzgecinizden geçirmek istiyorum. Türkiye’de devlet Kürt hareketinin teröre bulaşmamış, parlamentoya girmiş temsilcileriyle görüşmek yerine terör hareketinin hapisteki lideriyle gizlice görüşüyor. Dünyada böyle bir örnek var mı?
'Siyasi partiye sırtını dönmeyi anlamakta güçlük çekiyorum'
Curruin'in, izleyenlerin tebessümle izlediği yanıtını aktararak noktalayım:
“Çok olağandışı, çok görülmeyen bir durum. BASK örneğine değineyim. Bağımsızlığı savunan solcu parti yasaklanmıştı. Sebebi ETA ile bağlantıydı. Artı şiddeti kınamamıştı, onun için de kapatıldı. Netice olarak meşru bir siyasi parti BASK bölgesinde çıkamadı ve bağımsızlığı savunan, sol kesimin arzularını gösteremedi. Bu dönemde İspanyol hükümeti ETA’yla temasa geçmiştir, ama Batasuna’yla da teması olmuştur. Partiyi kapatmalarına rağmen onlarla da görüştüler. Müzakerelere girmemek, siyasi bir partiye arkanızı dönmek, bana soracak olursanız çok enteresan, çok tuhaf. Ben bunun örneğini görmedim. Bahsettiğiniz örneği anlamakta güçlük çekiyorum.”