Ali Sabancı, Türkiye'nin varlıklı ailelerinden birinin üçüncü kuşak üyesi. 43 yaşında. İş adamı kimliği, miras hukukunun sonuçlarından ibaret değil. Sabancı grubundan ayrıldıktan sonra kendi işlerini inşa edebilmiş ve bu yolda başarı elde etmiş bir girişimci.
Hayatın cömert davrandığı bir insan Ali Sabancı. “25 milyon dolarını batırdım” diyebileceği varlıklı bir babanın oğlu. Soğuk gecelerde büyümemiş, yoksulluk ve ihtimal pek yoksunluk çekmemiş. ABD'nin sıkı üniversitelerinde tamamlanan çok iyi bir eğitim görmüş. Doğan ailesinin Hürriyet'i yöneten üyesi Vuslat Doğan'la evli, iki çocuğu var. Zeki, başarılı, sağlıklı, sempatik.
Hayattan “her şey dahil” bir ikram, değil mi?
Bunları, pazar günü Habertürk'te yayımlanan söyleşisini okurken düşündüm. “Oğlum” diye hitap etmesinden belli ki, çok yakınlık hissettiği İzzet Çapa'nın sorularını yanıtlamış. Hayat hikâyesini anlatıyor, eğitimini, aşık olmasını, futbola düşkünlüğünü, ailece yaptıkları diyeti v.s. Bu arada, Sabancı topluluğunun bir “aile şirketi” olmaktan kurtulamadığını da açık sözlülükle dile getiriyor.
Sonra?
Sonra, sanata ilgisini, önce sinema, sonra müzik üzerinden söz konusu ediyor. Okuyalım:
“Vuslat beni Portekizce sanat filmine götürüyor. Altyazı filan okumak istiyorsam, Allah canımı alsın! Güleceksin ama Airplane 4 çıksa seyrederim. Bir gün 'Karşı Pencere' diye bir filme götürdü. Ferzan Bey'in filmiymiş. Sonra Ferzan Bey bize geldi. Ulan Ferzan Bey ressam mıydı, yazar mıydı?”
İzzet Çapa “Fotomodel!” diye takılarak araya girdikten sonra devam ediyor Sabancı:
“Dalga geçme. Bizim hanımın böyle dostları var. Bir gün de Koç Üniversitesi'nde Fazıl Say'ın resitaline gittik. Piyano çalıyor, onu biliyorum. O gece doğaçlama çalacakmış. Çıktı adam başladı, 'Bu ne' dedim 'rezalet bir şey.' Yanlış anlaşılmasın, bunlar çok önemli adamlar, büyük sanat icra ediyorlar, ama bana hitap etmiyor.”
Bir yerde de, “Mesela saunada Alem Dergisi'ne filan bakıyorum” diyor.
Sabancı Vakfı'nın bağışlarından, ailenin yıllarca oturduğu Emirgân'daki Atlı Köşk'ü şahane bir müze haline getirmesinden, burjuvazi-sanat ilişkisinden söz etmeyeceğim. Zira bu sözler o sularda dolaşmıyor. Daha kişisel bir şey var bu sözlerde. Daha kişisel, ama Ali Sabancı'nın sözleriyle temsil edilen daha toplumsal/sınıfsal bir şey.
“Ulan Ferzan Bey ressam mıydı, yazar mıydı” diye düşünüp, ikisi de olmadığını, yönetmen ve senarist olduğunu öğrenebilirsiniz. Fazıl Say'ın müziğini “rezalet” bulabilirsiniz. Nihayet, filmleri dünyanın her köşesinde ilgi gören büyük bir yönetmenle, dünyanın alkışladığı bir piyanist-besteci sizi ilgilendirmiyor olabilir.
Ancak bu hâlin, bu kadar güvenle ilan edilmesinde bir sorun yok mu?
Bu, insana ''senin başardığını sandığın şeyden bize ne'' dedirten pervasızlıkta, Ferzan Özpetek gibi evrensel başarı kazanmış bir sanatçıya ayıp eden egosantrik bir çaba, bir özensizlik, ''ben'' diye bağıran bir hoyratlık da göze batmıyor mu? Batıyor, Sabancı, ''ne'' olduğunu bilmediği halde Özpetek'i evinde ağırladığına inanmamızı bekleyerek yapıyor bunu.
Oysa, kendi evinde konuk ettiği büyük bir yönetmenin “ressam mı, yazar mı” olduğunu sormak Ali Sabancı'nın zekâsına yakışmaz. Elbette biliyor Özpetek'in kim olduğunu. Ama ne yaparsa yapsın “beğenilme” arzusudur bu. En olmayacak şeyden bile “takdir” ve “sempati” bekleyen aşırı bir girişimcilik çabası!
Artık “olmuş” olmak da var Ali Sabancı'nın sözlerinde. Oysa “ruh”, olmak istediğiniz şeydir. Ruhsuzluk ne tarafa düşer, malum.
Peki zekâ?
Elbette. Ancak zekâ mantığı askıya alır bazen, ''makul'' ile vedalaşır!
Olmayacak bir mesele üzerinden bile kendisini yüceltmeye çalışırken, başkalarının duygularını pek umursamayarak neredeyse narsisistik bir yola sapıyor Ali Sabancı. Kendisine bu kadar cömert davranmış bir hayattan, bir ısırık daha koparmaya kalkıyor!
Ama paranın, şansın, zekânın topyekûn yenildiği bir hikâye de değil mi bu?
“Sevilme”ye tutulmuş, “beğenilme” ihtiyacına boyun eğmiş bir hikâye...