Ergenekon sürecinde en büyük haksızlığı iktidar ve muhalefet yaptı bu ülkede. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal “Ergenekon'un avukatıyım” diyebildi örneğin. Tayyip Erdoğan Başbakan olarak “Ergenekon'un savcısıyım” demekte, yargılanması devam eden insanları suçlu ilan etmekte hiçbir sakınca görmedi. Her iki taraf da, gerçeğe sadakat yerine “kendisine uygun”, “kullanışlı” bir gerçek inşa etmeye kalkışabildi.
Bu kavga şimdi de CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu hakkında Silivri Cumhuriyet Başsavcılığı'nca düzenlenen fezleke üzerinden sürüyor. Başsavcı Ali İşgören, 9 Kasım 2011'de Silivri Cezaevi'ni ziyaret eden Kılıçdaroğlu'nun sözlerini “adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs etmek” ve “kamu görevlisine görevinden dolayı hakaret etmek” kapsamında değerlendirmiş, yargılama için dokunulmazlığın kaldırılmasını talep etmiş.
Malum, 9 Kasım'da CHP milletvekilleri Mehmet Haberal ve Mustafa Balbay'ı cezaevinde ziyaret eden Kılıçdaroğlu, Ergenekon yargılamalarının yapıldığı Silivri'yi, iktidara muhalif olan gazeteciler, akademisyenler ve yazarların götürüldüğü bir “toplama kampına” benzetmiş, yıllara varan tutukluluk kararlarında ısrar nedeniyle yargıyı eleştirmişti. Tutuklu milletvekillerinin görevlerini yapmasına bazı yargıçların engel olduğunu savunan Kılıçdaroğlu, "Onlara yargıç demeyi içime sindiremiyorum. Çünkü yargıç, vicdanıyla hareket eden kişi demektir. Toplumun beklentilerini ve toplumun duygularını bilen ve ona saygı duyandır. Vicdanıyla hareket etmeyen bir yargıç, yargıç olabilir mi” demişti.
Yine malum; Kılıçdaroğlu hakkındaki fezleke için Başbakan Erdoğan “Olması gereken oldu”; Adalet Bakanı Sadullah Ergin de “Savcı bununla ilgili işlem yapmazsa görevini yapmamış olur. Siyaset kurumuna karşı cevap verme imkânı olmayan savcıların bu şekilde aşağılanmasına ve iftiralara muhatap olması olmaz" dedi.
Başbakan ve Adalet Bakanı'nın sözlerine döeceğim. Ancak önce Kılıçdaroğlu fezlekesi hakkında bir noktanın altını çizelim.
Kılıçdaroğlu'nun sözleri ağır ve hakkında düzenlenen fezleke “Türkiye uygulamalarına bakıldığında” sıradışı bir girişim değil.
Peki, ağır da olsa bu sözleri dile getiren ana muhalefet lideri adil yargılamayı etkileme gücüne, daha doğrusu böyle bir konuma sahip mi?
Değil, en azından iktidar kadar sahip değil!
'Adil yargılamayı etkileme' suçlamasında üç nokta
Gazetecilerin de sık karşılaştığı “adil yargılamayı etkileme” suçlaması, ifade özgürlüğüne karşı araçsallaştırıldığına da tanık olduğumuz bir suçlama.
“Adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs” suçlamasına ilişkin Türkiye uygulamasında üç nokta öne çıkıyor. “Adil yargılama” Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin, doğal olarak “sanık haklarını” merkeze alarak değerlendirdiği bir kavram. Türkiye'de ise uygulamanın, sanık hakları noktasında değil, tam tersine, yargının eleştirilmesine karşı bir açıda yoğunluk kazandığına tanık oluyoruz.
Öne çıkan ikinci noktayı; bu suçlama yapılırken, kimlerin adil yargılamayı gerçekten etkileyebileceği ölçüsünün her zaman gözetilmemesi olarak özetleyebiliriz.
“Adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs” suçlamasında dikkat çeken üçüncü nokta ise, son dönemde çarpıcı örneklerine tanık olduğumuz bir eğilimi içeriyor. Son örneğini Kılıçdaroğlu fezlekesinde tartıştığımız “adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs” suçlamasının iktidar sahipleri için (siyasi iktidar, asker, polis, devlet v.s) için mümkün mertebe gündeme getirilmesi. Ne demek istediğimi iki örnekle açmaya çalışacağım.
Tahliyeci hâkime 'çete üyesi' suçlaması
Ergenekon sürecinde hâkim ve savcılara en ağır suçlama ve hakaret AKP hükümetinden geldi. Üstelik Kılıçdaroğlu'nun sözleriyle karşılaştırılması mümkün olmayan bu ifadeleri, AKP içinde yüksek profili çizen isimlerden biri kullanmıştı.
Hatırlatalım. İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi, Oktay Kuban'ın “nöbetçi hâkim” olduğu 1 Nisan 2010'da Balyoz soruşturmasında tutuklanan 19 kişi hakkında tahliye kararı aldı. Karar, özellikle iktidara yakın gazete ve televizyonlarda “Balyoz'da pis kokular” tonunda ifadelerle ele alındı. Ancak en ağır sözler Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Nihat Ergün'den gelecekti. Tarih 4 Nisan 2010. AKP Bursa İl Başkanlığı'nın toplantısında konuşan Ergün'ün sözlerini birlikte okuyalım:
“Görüyoruz ki çeteler, sadece çete değilmiş, sadece çete ve avukatından oluşmuyormuş. Meğersem çetenin medyası, rektörü varmış. Maalesef çetenin nöbetçi hâkimi, savcısı oluyor!..”
Bir hükümet üyesinin, devam etmekte olan, üstelik henüz dava aşamasına bile gelmemiş bir soruşturma hakkında yargıyı bu ifadelerle suçlayabildiği bir “hukuk devleti” olabilir mi?
Benim dikkatimden kaçmadıysa, Ergün'ün bu sözleri herhangi bir fezlekeye konu edilmedi. Bırakın fezlekeyi, medya bile bu sözlerin üzerinde durmaktan kaçındı.
Başbakan: Yargı güvenilirliğini bitirdi
İkinci örneği, yine Ergenekon sürecinden ve Başbakan Erdoğan'ın sözleriyle verelim. Hatırlayacaksınız, Yargıtay 4. Hukuk Dairesi, yaklaşık 3 yıl önce tutuklanan Prof. Mehmet Haberal'ın tahliye taleplerini reddettikleri için hâkimlere açtığı tazminat davasını kabul etti ve 8 Haziran 2010'da önemli (ve tartışmalı) bir karar verdi. Daire, İstanbul özel yetkili ağır ceza mahkemelerinde görevli 9 hâkimin, tahliye taleplerini reddettikleri için Haberal'a 1500'er lira tazminat ödemesini kararlaştırdı.
Tazminata mahkûm olan hâkimler daha itiraz hazırlığındayken Başbakan ağır bir açıklama yaptı. Erdoğan'ın konuşmasının deşifresinden özetliyorum:
“Kısa bir süre önce birkaç gündür, malum 9 tane yargı mensubu hâkime malum yine bir dava açılmasını neticesinde üst mahkemenin kalkıp da ceza vermesini bu ülkede hukuk adına çok ciddi bir sıkıntı süreci olarak görüyorum. (…) Bakınız henüz (Haberal) hakkında karar kesinleşmedi ve yargı süreci devam ederken Anayasa'yı çiğneyerek böyle bir kararı verme yetkisini üst mahkeme kendisinde nereden buluyor? (…) Hangi hukuka, hangi maddeye dayalı olarak böyle bir adımı atıyorsunuz? Bunun ideolojiden ayrı bir yanı olamaz. Bunun kendi özel dünyalarındaki verilmiş bir karardan başka bir özelliği yoktur. Buna ne kendileri inanıyorlar, ne de milleti inandırıyorlar. Ben inanmıyorum ve kimsenin de inandığına ihtimal vermiyorum. Yargı o kararla birlikte güvenilirliğini bitirmiştir.”
Yine aynı kayıtla altını çizeyim, eğer dikkatimden kaçmadıysa Başbakan'ın bu sözleri hakkında da bir fezleke düzenlenmedi, dokunulmazlığının kaldırılması talep edilmedi.
Başbakan'ın, dokunulmazlıkların kaldırılmasına karşı çıkarken (19 Mart 2011) yargıya güvensizliğini “Siyaseti nasıl bunların eline teslim edeceksiniz” sözleriyle ilan ettiğini de hatırlatalım.
'Adil yargılamayı engelleme' bir muhalefet suçu mu?
Şimdi, “Kılıçdaroğlu ile ilgili olarak savcılar görevlerini yapıyor” diyen Başbakan ile Adalet Bakanı'na soralım.
Kılıçdaroğlu'nun sözlerine fezleke düzenleyen savcılar görevini yapıyorsa, Başbakan ve Sanayi Bakanı'nın sözleri üzerine harekete geçmeyen savcılar görevlerini yapmıyor mu?
Yargı, “adil yargılamayı etkileme” açısından hangisinin menziline daha yakın; iktidarın mı, muhalefetin mi?
Bir Adalet Bakanı'nın, üstelik Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun Başkanı ise ve hâkimler ile savcılar hakkında yapılacak incelemeler-soruşturmalar “bakan oluru”na bağlı ise daha dikkatli konuşması gerekmez mi?
Uzun tutukluluk sürelerini sorgulamamak adil yargılamaya katkı, sorgulamak ise tehdit mi sayılıyor?
Ve son soru; “Adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs” sadece bir muhalefet, bir gazeteci suçu olmaya mı başladı?
Yasa dışı, hukuk dışı, ahlak dışı çıkarları için sınır tanımayanlara, demokrasiye karşı şifre buyuran vesayetçi paşalara karşı umut yaratan bir yargılama süreci, ancak bu kadar tartışılır hale getirilebilirdi. İktidarıyla, muhalefetiyle, medyasıyla bunu becerdik!
Ne demişti Metin Toker...
Burası Türkiye, burada Türkler yaşar ve böyle yaşar!..