24 Ekim 2015

Deniz Gamze Ergüven’in Fransa’dan Oscar Aday Adayı olan Mustang destanı

‘Fransız filmi mi? Türk filmi mi? Hayır, bu benim dünya üzerine bakışım’

Mustang. Türkiye’nin Karadeniz bölgesinde bir sahil kasabasında geçen, babaanneleri ve amcaları ile birlikte yaşayan 5 kız kardeşin destanı. Türkiye’de doğmuş, 6 aylıkken ailesiyle Paris’e taşınmış, tüm eğitim hayatını Paris’te tamamlamış; ancak Türkiye’den hiç kopmamış Deniz Gamze Ergüven’in yönettiği ve senaryosunu ortak yazdığı bir film. Birçok festivalde ödül alan ve Fransa’dan Oscar aday adayı olan Mustang’in yönetmeni Deniz Gamze Ergüven, hiç çaktırmadan, öyle derin bir hikâyeyi göğsümüze oturtuyor ki! Kendisiyle Paris’te bir kafede, bir röportaj gerçekleştirmekten öte, 1 buçuk saat boyunca dertleştik. İşte bu samimi sohbeti aktaracağım şimdi sizlere.

Mustang’in oluşum sürecini anlatabilir misiniz?

Senaryoyu 2012’de Alice Winocour ile birlikte tek bir yaz döneminde yazdık ve bitti. Hikâyenin küçük bir saat gibi, mekaniği ve çok net bir yapısı olduğu için fazla değişikliğe, yeni versiyonlara tahammül eden bir senaryo değildi. Ne zaman bir şeyi değiştirsek sanki bir denge kırılıyor, bozuluyor gibiydi. Sinema eğitimimi La Fémis’te tamamladıktan sonra bir senaryo yazdım; ama onu çekemedim. O yüzden çok büyük bir hırsla, çekim aşamasına geçmek, oyuncularla çalışmak istiyordum.

Filmde 5 kız kardeşi canlandıran oyuncuları nasıl seçtiniz?

5 kız kardeşi ben hep tek bir karakter gibi, 5 kafası, 10 kolu, 10 bacağı olan bir hidra gibi düşündüm. 9 ay boyunca bir cast direktörü ile çalıştım ve farklı kombinasyonlar denedim; fakat en zor kısım rolleri dağıtma kısmıydı. Grubun içinde belirli dengelerin oluşması gerekiyordu. Hem kendileri arasındaki çapraz ilişkileri, hem grup ilişkisini yaşatmamız gerekiyordu, ayrıca fiziksel benzerlik olması da gerekiyordu. Bazıları ikiz gibi duruyor, ilk tanıştıklarında birbirlerine şaşkınlık içinde bakıyorlardı.

İlk uzun metrajlı filminiz bu kadar ödül aldı ve ilgi gördü. Bunu bekliyor muydunuz? Filmin Türkiye’den değil de Fransa’dan Oscar için aday gösterilmesi konusunda hisleriniz neler?

Açıkçası, ben filmi yaparken ufukta görebildiğim en uzak yer filmin Cannes’a gitmesiydi, ondan sonrasını göremiyordum. Cannes’da filmi satın almış olan dağıtımcılar teker teker gelip benimle konuştular. İnsanlar “filmi şu kadar sattık” gibi cümleler kurmak yerine filme karşı hislerini anlatıyorlardı. İşte bu bana çok çarpıcı gelmişti; çünkü farklı kültürlerden insanlar hem filmi satın almışlardı, hem konuya hassaslardı, hem de hikâyeyi anlamışlardı. Oscar adaylığı ise aslında çok spontane gelişti. Oldukça güçlü bir dağıtıcı filmi satın aldı ve Cannes’da gösterildiği ilk akşam bu film için Oscar kampanyası yapmak istediğini söyledi. Ben doğal olarak Türkiye’den seçileceğini düşünüyordum. Olmadı. Sonra Fransa’dan seçildi ve bu o kadar büyük bir sürpriz oldu ki. Çok büyük bir onur gerçekten.

 

‘Fransız filmi mi? Türk filmi mi? Hayır, bu benim dünya üzerine bakışım'

 

Türkiye’de yayınlanan ilk röportajınızdan sonra sosyal medyada bazı yorumlar okudum. “Karadeniz’de çocuk yaşta evlenme geleneği yoktur” ya da “Avrupa’da Türkiye’yi kötü göstermeye çalışmış bir yönetmen daha” gibi yorumlar bunlar. Bu yorumlar hakkında ne düşünüyorsunuz? Filminizin hikâyenin geçtiği bölgedeki kültürel yapıyı gerçekçi aktardığını düşünüyor musunuz?

Filmin Cannes’da gösteriminden itibaren garip bir şekilde “bu film Türk filmi değildir” diye bir tepki başladı. Bu bana çok ilginç geldi. Filmi hiç görmemiş insanlardan da bu tepki geldi. Filmler illa bir milletin mi olmalı? Biz yurtdışına az film çıkaran ülkelerdeniz. Böyle olduğu zaman sanki tek bir pencereden bakmalı, bütün Türkiye’nin yüzünü gösterecekmiş gibi mesuliyet almalıyız. Böyle olunca da istediğiniz şeyleri yapamıyorsunuz. Bir de Türkiye’de sinemada çok büyük bir natüralizm, yani gerçeğe benzerlik kaygısı var. Mustang kendi estetiği, kendi coğrafyası olan bir film; destan gibi anlatılmış bir kurgu. Evet, bütün sahnelerin temel taşları, durumlar gerçek; ama diyaloglardan, senaryoya, estetik seçeneklerden, oyuncu seçeneklerine kadar hepsi natüralizmden uzak duran şeyler. Bana şu soru çok saçma geliyor: Fransız filmi mi? Türk filmi mi? Hayır, bu benim dünya üzerine bakışım. Bir de tüm bunlardan sonra ben Türk müyüm, Fransız mıyım tartışması başladı. Bu da beni gerçekten üzen bir şey. Benim bütün ailem ve aile anılarım Türkiye’den. Ben de aynen Lale gibi, iki kuşak kadınlardan oluşan bir ailenin en küçüğüyüm. Nereden bakarsak bakalım, film Türkiye’nin bir takım gerçeklerini ortaya koyuyor. Ben Karadeniz’de görüştüğüm jinekologlar bekâret testlerini anlattıklarında “gerdek gecesinde” çalışmayan bir televizyon gibi paketlenerek hastaneye getirilen gelinlikli kadınları anlattılar. Anlattıkları sadece bir defa yaşanmış hikâyeler de değil. Filmde anlatılan hikâyeler gerçek değilse, ben Lale ile aynı yaştayken kuzenlerimle erkeklerin omzuna çıktığımda bana aynı lafların söylenmesini, aynı ithamların yapılmasını nasıl açıklayacaklar? Bu sahneyi kendim yaşadığımda benim tepkim utanmak, bakışlarımı kaçırmak ve başımı öne eğmek idi. Bu benim Türkiye’de başıma gelmiş bir hikâye. Kurgu olan ise Lale’nin bu hikâyeyi, bu utanç baskısını yaşadıktan sonra terastaki sandalyeleri kırıp “bu sandalyeler de kıçımıza değdi bunlar da iğrençtir o zaman” demesi. Bu elbette gerçek değil. Lale’nin davranışı kahramanca bir şey. Türkiye’de kızlar, kahraman değil, terbiyeli, edepli olmak için eğitiliyorlar.

Kız çocuklarının sömürülmesi, çocuk yaşta evlilik, ensest gibi konular büyük bir tabu. “Bizim ailede olmaz, tanıdığım biri bunu yapmaz ya da bu bir tek bizim ülkeye mahsus bir sorun değil” gibi suçu kabullenmeyen veya üstünden atmaya çalışan bir algı var. Bunun yıkılması adına ne yapmak gerekli?

Aslında beni şaşırtan, çekirdek aileleri kastetmiyorum; ancak geniş bir aile içerisinde böyle bir vakanın yaşanmamış olduğu bir durum ile karşılaşmadım. Problemlerin üstünü kapatmak ile olmuyor, tam tersine, görünür kılmak gerekiyor. Sadece sanatçı olarak değil, vatandaş olarak da görevimiz sorgulamak, düşünmek, gerçekleri aramak. Bir sinemacı olarak da gözlerimi kapatıp insanların deneyimlerini görmezden gelemem. Özellikle böyle sorunlarda bunu yapmaya hakkım yok diye düşünüyorum.

‘Mustang zeki ve cesaret figürü kadınları sahneliyor'

 

Son yıllarda Hollywood’da cinsiyetçilik sıkça konuşulur oldu. Sinemada cinsiyetçilik konusunda düşünceleriniz nelerdir?

Aslında bu çok hızlı bir şekilde değişmeye başladı. Daha bir sene önce yapımcıma Amerikalı bir ajans “ben kadın yönetmen almıyorum, onlar gişe yapmıyor” demişti. Ünlü yönetmenler arasında gerçekten çok az kadın var. Bizim okulda benim dönemimde sadece iki kadındık. Mesela devamlılık takibi pozisyonu var genelde kadın oluyor bu kişiler ve onlara “script girl” deniyor. Bazı meslekler daha çok kadınlara ya da erkeklere yönelikmiş gibi bir algı var. Liderlik gerektiren mesleklerden kadınlar itiliyor gibi. Yönetmen olabilmek bazen kavga edebilmek, fikrinde diretebilmek demek. İlginç bir şekilde kadınlar da “bizim karakterimizde bu yok” diyebiliyorlar. Bu özellikler genelde kadınlarda yoktur gibi bir algı var.

Bunlar cinsiyet rollerindeki kalıp yargılar değil mi sizce?

Kesinlikle öyle ve bunlar çok güçlü bir şekilde mevcut. Bu Hollywood’da da var ve artık sorgulanmaya başlıyor. Mustang zeki ve cesaret figürü kadınları sahneliyor. Bu o kadar büyük bir eksik ki! Batı’da kadınlar kendilerini daha eşit hissediyorlar; ama onların da boğazına sıkışmış bir dolu şey var. Film yaşadığımız onca şeyi, söylemek istediklerimiz ve söyleyemediklerimizi iyimser bir şekilde sahnelendiği için Batılı kadınlara da hitap ediyor. Bu beni de, Türkiye’yi de aşan bir boyut. İnsanların filmi sahiplendiği şekil beni çok aşıyor. Mustang’ın konusu kadın olmak ve Türkiye’de kadın olmak. Sanat ve sinema tarihinde dünyayı erkeklerin gözünden görmeye alıştık. Kadınları obje olarak görüyoruz. Bir kadın bakışına alışık değiliz, bir kadının obje değil süje olmasına hiç alışık değiliz.

Sizce kadın hikâyelerini, kadın yönetmenleri sinemada daha görünür kılmanın yolu nedir? Bu görünürlüğün, sinemanın gücünün, kadın hakları konusunda etkisi ve önemi nedir?

Sinema fikirleri kırmak ve bir takım fikirleri öne çıkarmak için o kadar önemli bir mecra ki! Şu an bir virajdayız. Kadınlar artık sinemayı, kamerayı sahipleniyorlar, bir şeyler yapmaya başlıyorlar. La Femis’ten bildiğim, benden küçük olan ve birkaç sene sonra film yapacak kadınları tanıyorum. Bir de artık yolu açmaya başlayan kadın figürler var.

 

‘Mustang kadın olma hissini anlatıyor’

 

Filmde özdeşleştiğiniz bir karakter var mı? Lale aracılığıyla kendi genç kızlık isyanınızı konuşturduğumuzu söyleyebilir miyiz?

Evet; ama tavır olarak benim o yaşlardaki tepkim hiçbir şey söylememekti. Aslında en çok Selma’ya benziyorum; sinekten korkan, gıkı çıkmayan Selma’ya. Bir derece de Lale ile de benziyorum; ama başka nedenlerden ötürü. Benim sinema hayatım çok uzun bir yoldu. İlk başta ben de evden terliklerle kaçan Lale gibi, terliklerimle yola çıktım. Bir dolu şeyi hazırladım ve birden hepsi birleşti ve filmim doğdu. Filmin galasında filmi izlerken son sahnede Alice ile birlikte ağlamaya başladık. Orada da başka bir şeyi, bizim hikâyemizi anlatıyorduk çünkü. İşte sinema böyle bir şey. Sinemada bazen bir takım gerçekler bükülüyor, tarihi iki karakter, tek bir karakter oluyor ve bu duruma bir netlik getiriyor. Hikâyeye akış sağlıyor. Mustang tarihi bir çalışma değil. Aradığım gerçek; hissin gerçekliği. Mustang kadın olma hissi nedir ve onu anlatıyor mu, anlatmıyor mu? Bence anlatıyor. Peki, gerçekçi mi? Hayır değil.

 

‘Hamile olduğumu ilk yapımcı filmi terk etmeden bir hafta önce öğrendim.’

 

Çekim boyunca hamileydiniz, bu sürecin filme yansıması nasıl oldu?

İlk filmimi yapana kadarki dönem, benim için biraz zor bir dönemdi. Hayatımı tam düzene oturtmadan kendime aile kurma hakkını tanımıyordum. Aslında filmin çekimleri bittikten birkaç hafta sonra evlenecektim; ancak ilk yapımcı filmi terk edince çekimler ertelendi. Düğünüm de bu yüzden çekim dönemine denk geldi. Çekimlerden kaçıp İstanbul’a gidip evlendim, sonra İnebolu’ya tekrar koşuşturdum. Hamile olduğumu ise ilk yapımcı filmi terk etmeden bir hafta önce öğrendim. Hiçbir şekilde stresli olmaya hakkım yoktu. Hamile olduğum için filmi yapmamak gibi bir durum da söz konusu değildi. Sanırım bu durum ilginç bir soğukkanlılık verdi bana. Yapımcı gidince Türkiye’deki bütün ekip için ben bitmiştim. Film yoktu. Her şey bitmişti. Bir de herkes “ah, vah, bir de kadın hamile” diye üzülüyordu. Bütün bu olan bitenden sonra ayaklanıp, filmi rayına oturttuğum zaman artık kimse sataşmadı. Hem hamilelik, hem bütün her şeyi bir arada tutmak, hem benim kararlılığım; hepsi birleşince farklı bir saygı oluştu tabi insanlarda. Doğumum ise Özgecan Aslan cinayeti ile aynı gün oldu. 24 saat boyunca dünyadan koptum ve sonra gazeteye bakınca Özgecan’ı gördüm. O fotoğrafı ebediyen hatırlayacağım. O saatler içerisinde bir kadın olarak ben doğum yaparken, onun böyle bir şey yaşamış olması beni çok şiddetli etkiledi. Doğumdan 2 gün sonra tekrar işbaşı yaptım, hiç durmadım. Çocuğumla yanak yanağa bitirdik bu filmi. Zaten doğumdan sonraki ilk 3 ay, hamileliğin devamı gibi, hep böyle bana yapışık küçük maymun gibiydi. Yapım sonrası dönemini beraber tamamladık.

Filminiz ve bebeğiniz, iki doğumu bir arada gerçekleştirdiğinizi söyleyebilir miyiz?

Ben de hep öyle anlatıyorum zaten ikizler diye. Doğumum ses montajı dönemine denk geldi. Montaj için tanımadığım biriyle çalışacaktım. Onunla bir kafede buluşacaktık ama gidemedim; 2 gün önce hastaneden çıkmışız, bebeğim var, ağlıyor, aç ve ben bile bilmiyorum ne yapacağımı. Aradım ve dedim ki “ben kafeye gelemem sen eve gel.” Kapıyı açtığımda onu kucağımda bebeğimle karşıladım. İlk defa tanışmışız, ben bir yandan bebeğimi emziriyorum falan. Zannediyorum ki beni hiç kucağımda çocuksuz görmedi. Montaj çalışmalarında böyle kucağımda bebeğim var, arada ağlıyor, altını değiştiriyorum, birisi sinirimi bozduğu zaman iyice altını açıyorum; bebek bezli sabotajların yaşandığı bir dönemdi.

Mustang ve Virgin Suicides arasında benzetmeler yapılıyor, bu konudaki yorumunuz nedir?

Bu soru çok sık geliyor. Evet, benziyor ama etkilenme durumu yok. Kitabı da okudum, filmi de seyrettim; ama Mustang benim hikâyem. Bizim aile gerçekten, Virgin Suicides’daki gibi bir kadın ailesi. Özellikle annemin kuşağından aile fotoğraflarında kızlar hep uzun saçlı, bir kız nebulasına benziyorlar. Örneğin bir yaz bizim aile evine diğer akraba kızlar da geldiler, evde kızlar olarak böyle kümes gibi bir ortamdaydık. Komşu bir çocuk bizim bir arkadaşımıza evin telefon numarasını sormuş ve arkadaşımız da “hangisi için” demiş, o da “herhangi birisi için” demiş. O zamandan beri aklımda kalmış bir anı bu. Bu kimin kim olduğunu ayırt edemeyen, “herhangi bir kız işte, ne fark eder” bakışı. Örneğin bu anı Virgin Suicides ile çok ortak bir nokta.

Filmde hem Erdoğan’ın hem de Arınç’ın kadınlar hakkında verdiği demeçler duyuluyor televizyondan, bu sahneleri yerleştirme sebebiniz neydi?

Film 2012 yazında yazıldı; ancak sonrasında gelişen durumlar elbette filmde yankı buldu. O sahneler vardı, ya da internet yasaklarına gönderme olarak bilgisayarın kaldırıldığı sahne var. O dönem bir dolu şey yasaklanıyordu. Bu sahnelerde, dönemsel durumun da bir yankısı var elbet.

 

‘Türkiye’de toplumsal konuşma tamamen bastırılmış bir noktada’

 

Filmde “sakıncalı ve yoldan çıkaran” birçok eşya ile birlikte dolaba kilitlenen #DirenGeziParkı t-shirtünü görüyoruz. Türkiye’de Gezi Parkı eylemleri ile birlikte yükselen sivil direniş hakkında ne düşünüyorsunuz? Türkiye’nin geleceğinden umutlu musunuz?

Türkiye’yi yakından takip ediyorum. Bu sene farklıydı tabii, hamileydim, uçağa binemedim; ama ondan önce ayda bir ya da daha fazla, iş veya aile durumu gereği hep gidip geliyordum. Fransa çok uykumu kaçırmıyor; ama Türkiye kaçırıyor. Gezi direnişi başladığında Los Angeles’taydım; atlayıp geldim Gezi’ye. Gezi Parkı boşaltıldığında o merdivenlerin üzerindeydim. Orada olmamama imkân yoktu. Kadınların orada doğurduğu fikirler çok heyecan verici, devrimci, Batı’dan çok daha modern fikirlerdi. Bir “occupy” hareketinden öbürüne sıçrayan yeni fikirler de vardı. Kapitalizme, ekolojiye, feminizme yeni bir bakış vardı. Gençliğin, yaşadıkları toplumun içerisindeki her konuyu zekice sorgulayabilmeleri çok heyecan vericiydi. Ondan sonra tabii ıslak odunla dövülmüş gibi olduk. Gerçekten bir mücadeleyi kaybettik gibi oldu. Şimdiyse Türkiye’de insanların fikirlerini açıkça konuşamadığı, her gün daha çok korktuğu, garip bir dönem yaşıyoruz. Şu an olup bitenlerden dolayı, toplumsal konuşma tamamen bastırılmış bir noktada. Laiklikten tutun demokrasinin temel taşlarına kadar her şeyin yerinden oynadığı bir dönem. Türkiye’nin geleceğini görmek çok zor. Tekrar seçime gidiyoruz, bir yandan iç savaş çıkıyor, ülkenin jeopolitik durumu inanılmaz derecede hassas. Umutlu muyum, umutsuz muyum bilemiyorum. Fakat sağlıklı olan bir şey var ki o da ne zaman negatif bir şey yaşasak tepki çok yüksek.

Bundan sonraki filmleriniz için planlarınız nelerdir?

Her gün yeni bir proje doğuyor açıkçası. Şu an tam Mustang’ın ortaya çıktığı döneme benziyor. Yolda birkaç tane araba var, hangisi öbürünü sollar ve geçer bilmiyorum. Alice ile İstanbul’da geçen bir senaryo yazmaya başladık. Ayrıca benim Los Angeles projem tekrar gündeme geliyor ve çok güçleniyor.

Los Angeles projeniz nasıl bir senaryo?

1992 Los Angeles olaylarını, Afrika kökenli siyahîlerin ayaklanmalarını anlatan bir kurgu. Ben sinema okumadan önce tarih okudum. Bu hikâyeyi ben yaşamadım, oralı değilim ancak gerçeklere hâkim olabilmek için bir tarihçi gibi her şeyi araştırdım. 3 sene boyunca orada olabilmek için elimden geleni yaptım. Radyoda, televizyonlarda geçen haber kayıtlarına ulaştım, onları dinledim, seyrettim. Hikâyedeki polislerin, çetelerin kafasının içini tanımak, nasıl düşündüklerini anlayabilmek, gerçeklerin nerede olduğunu bilip, onları kırabilmek için Los Angeles Polis Departmanı ile devriyeye çıktım, çetelerle görüştüm

©Fotoğraflar gazeteci Sophie Janinet tarafından çekilmiştir.

@DilaraGurcu

Yazarın Diğer Yazıları

Bu dönemde akıl sağlığını korumak

Önemli olan herkesin stabil bir ruh sağlığı için kendine has yöntemlerinin olduğunu anlamak. Size iyi gelen herkese iyi gelmek zorunda değil, bu nedenle lütfen tavsiyelerine uymuyorsunuz diye sizi yargılayanlar yüzünden suçlu hissetmeyin

Ölmek istemiyoruz

Emine Bulut "ölmek istemiyorum" dediğinde, tüm insanların birincil hakkı olan yaşam hakkımızın pamuk ipliğine bağlı olduğu gerçeğiyle yüzleştik

Masum olamaz Nevin gibiler

Geçtiğimiz haftaysa, 23 Mayıs 2019 günü, Yargıtay Yerel Mahkeme’nin vermiş olduğu müebbet hapis cezasını onadı. Zaten 7 yıldır cezavinde olan Nevin, ömrünün sonuna kadar orada kalmaya hapsedildi.

"
"