Hayat, tüm eksik gedikleriyle, iyilikleriyle kötülükleriyle durmadan dönen bir sarmal. Bazen içten dışa bazen dıştan içe…
Hayat bazen bir çiçeğin güneşi gördüğünde tüm yüzünü ona dönüp akşam yapraklarını sıklaştırarak kapanmasına benzer bir ritimde. Bazen açılıyor, gevşiyor bazen daralıyor, sıklaşıyor insan.
Hayat bazen bir havai fişeğin hızla karanlıkta gökyüzüne yükselip birden gökyüzünün rengarenk ışıklara kesmesi ve peşi sıra ışık tanelerinin tek tek yeryüzüne solarak düşen ivmesinde. Açılan ve kapanan bir çiçek olmanın ritminde insan.
Hayat bazen gökyüzünde sebepsiz ani bir pırıltıyla kayan yıldızın gökyüzünün karanlığında gözden uzaklaşmasının parlaklığında. Patlayan bir havai fişeğin coşkusu ile yankılanan hayallerin içinde insan.
Ve ayrılık ritmin bozulduğu yerde giriyor hayatlara. Niyet diyor buna; bazen istek, bazen hedef, bazen amaç diyor insan buna.
İnsan dönen ve süzülen yaprağın rahatlığında hayata teslim olmadığı sürece hep akışa inat yüzüyor.
Oysa, yaşam bizi tamamlıyor her zaman. Yaşamın bize getirdikleriyle ne kadar çok mücadele ettiğimize inanırsak o kadar derin bir ayrılık duygusunun içine düşüyoruz.
En sert geçen kışları düşünün. Diyelim bir dağ köyünde yaşıyorsunuz. Kış çok soğuk. Lapa lapa başlayan kar gelecek donmuş, soğuk günlerin habercisi.
Bu sahnede kaç rolünüz olabilir?
Önceden toplanmış odunlarınız ve hazırlanmış erzaklar ile kışın sonuna çıkmaya hazır rolde olabilirsiniz.
Bir Ağustos böceği gibi bütün yaz keyfinizi sürmüş, karın telaşı ile ısınmanın ve doymanın korkutucu yollarına girebilirsiniz.
Kışı geçirmek için yakın bir evin içinde kendi yaşamını süren insanların kapısını çalıp yardım isteyebilirsiniz.
Bizlere her zaman üçüncünün en kötü rol olduğu öğretildi. Hatta ikincinin tembellik olduğuna inandırıldık.
Oysa, Ağustos böceği olmadan yaşamın eksik kalacağını hiç düşünmedik.
Oysa, kapıyı çalanı sevmenin, şefkat göstermenin içimizdeki iyiliği, güzelliği görünür yapacağını hiç söylemediler bize.
Hani şu en çalışkanlarımız, hiç durmadan ikinci ve üçüncü rolü dışlamak, ezmek, yok etmek için uğraşıp durdu. Ardı sıra başladı yoksulluk, ardı sıra başladı ayrımcılık, ardı sıra başladı hırs, rekabet, öfke. Büyüdü, büyüdü ve hepsi o gün açların gözbebeklerine dönüştü.
Ve öyle büyüdü ki, Ağustos böcekleri ötmekten vazgeçti. Onlar da akıllı karıncalar gibi yaşamaya başladılar. İşte o gün eksildi yaşamın coşkusu, ritmi.
İşte o gün hayat başına buyruk, insanlar akıntıya karşı yüzmeye başladılar.
Akıntıya karşı yüzen herkes biraz daha ilerleyebilmek için sevdiklerini ittirdiler bulanık suyun içine, boğdular onları suların hırçınlığında.
Oysa, cırcır böceğinin ötmediği bir yazın yaz olamayacağı, çekirgenin zıplamadığı yerde hayatın süremeyeceğini bilemedi kimse.
Bir kış geliyor ki, insanlığın köprüsünden önce son çıkışı gibi, tüm bu döngüyü iyiye, sevgiye, güzelliğe dönüştürme fırsatlarıyla dolu.
Yaşamı kutlayacak bir yaza geçme vaadiyle geliyor.
Şimdi, tam da bu kışta saflarımızı ne kadar sıklaşabilir ne kadar yakın olabilirse kalpler birbirine hayat o kadar kutlanır bir döngüye girecek.
İyiliğinizi, güzelliğinizi, dolu dolu sevdiğiniz, mutlu olduğunuz günleri hatırlamaya hazır mısınız?