Kadının biri öyle deli kızdırdı ki sizi, ama siz bir şey söylemediniz, yutkundunuz.
Adamın biri, yolda kendi halinizde yürürken tepeden tırnağa süzdü sizi ya da bir laf attı, ama sustunuz.
Bir sevdiğiniz kalbinizi kırdı, başka biri ulu orta sizi rezil eden bir şey söyledi, bir diğeri bağırdı, bir diğeri anlamadı bir türlü anlattığınızı, öteki verdiği sözü tutmadı, öteki sizi yüz üstü bıraktı.
Siz çok sinirlendiniz, içerlediniz ama sustunuz, yutkundunuz. “Bu da gelir, bu da geçer” dediniz, ne düşüncenizi, ne duygunuzu söylediniz.
Sonra…
Sonra geçmedi tabi ki. Siz geçti sandınız.
Belki siz isteklerinizi hiç söylemeyenlerdensiniz. Belki arzularınızı, hayallerinizi hiç anlatmayanlardansınız.
Belki de siz “Nasıl olsa, anlamıyorlar” diyerek, kimseyle konuşmayanlardansınız.
Belki de “Aman kırılmasın kimse benim yüzümden” diye düşünerek, o içinizde deli dolu taşıp duran öfkeyi hep yutkunarak gidermeye çalışanlardansınız.
Tüm bunları yaptığınızda neler oluyor?
Bunların hepsinin en temelinde özgüven ve öz saygı yatıyor. Kendinize verdiğiniz, biçtiğiniz değer yatıyor.
Gerçekten kendinizi sevip, saygı duyup, güveniyorsanız, duygularınızı, düşüncelerinizi ifade etmekten kaçınmıyorsunuz.
Kim susmaz ki, bazı durumlarda. Değil mi?
Bence susmaya hiç gerek yok. Susmak, hem kendinizi hem bir diğerini cezalandırmak.
Susmak, o anda, orada bir şeyi kaybedeceğinizden korkmak demek. Bir işi, bir ilişkiyi, unvanı, karizmayı, aldığınız sevgiyi, parayı, zamanınızı, prestiji, her neyi ise artık.
Oysa, herkese her şey söylenebilir.
Bağırıp çağırmaya gerek olmadan, küfür etmeye ihtiyaç duymadan herkese her şeyi söyleyebilirsiniz. Yeter ki, biriktirmeyin.
Yeter ki, tevazu ve şefkatle iletişim kurmaya açık olun. İletişim kurmaya açık olmak iki taraflı bir şey aslında hem anlamak için yargılamadan dinlemeye, hem yargılamadan anlatmak için ifade etmeye denk geliyor. Adı üstünde iletişim.
“Ben söylüyorum ama, dinleyen yok, bu yüzden susuyorum, en sonunda da bağırıyorum” diyenlerdenseniz, ne kadar yargılamadan, saygı duyarak anlamak için dinlediğinize bir göz gezdirin. Gerçekten dinliyorsanız birini ya da birilerini, sizi de gerçekten dinleyecek birisi ya da birileri olacaktır. Enerji böyle çalışıyor: Ne kadar alırsan, o kadar veriyorsun. Her zaman ve her koşulda temel enerji yasası bu.
Ucundan azıcık spiritüellikle ilgiliyseniz, ifade çakrasının boğazda olduğunu bilirsiniz. Aslında bunu bilmek için spiritüellikle ilgili olmaya da gerek yok, sesin frekansı boğazdaki o teller aracılığıyla yayılıyor, hepimiz biliyoruz. Spiritüelliğe giriş kısımlarında boğazınızda bir rahatsızlık olduğunda genelde şunu duyarsınız:
“Kime neyi söyleyemedin?”
Bizler belli bir döneme kadar acıya programlı olduğumuz içinde, hemen kendimize acırız ve içimize attığımız duygusal bir acı var mı, diye yoklarız kendimizi. Ardından “Bana şöyle şöyle yaptı, kalbimi kırdı, o mu acaba?” deriz.
Bu da olur ama, esas olan, boğazda biriken öfkedir. Bildiğiniz gıcıklık hali işte. O öfke oradan çıkmadı mı, uzun vadede epey işler açabilir başınıza.
Belki takılı kalan çok uzun yıllardır içinizde tuttuğunuz öfkedir. Konuşurken sık sık yutkunmak, boğazınıza takılı bir şey hissiyle boğazınızı temizlemeye çalışmak. Nodüller, faranjit, ses kısıklığı hatta gırtlak kanseri, bunların hepsi işte o tuttuklarınızın yansımaları.
Bunun içinden iki şekilde çıkabilirsiniz. Kendinize bu eziyeti çektirmemek için ya tüm kaygılardan azade an içerisinde, kendinizi açık ve net olarak ifade edeceksiniz, ya oturup affedeceksiniz.
Hepimizin bugüne kadar sustuğu bir çok şey olduğunu düşünürsek, önce bir eskileri temizleyelim derim.
Sizi öfkelendiren, size haksızlık yapan, sizi cezalandıran, sizi kıran kimler olduysa oturun affedin.
Ne kaybedersiniz? Zaten olan olmuş, olay yaşanmış, bitmiş ama siz hala orada o acıyı tutuyorsunuz. Kime faydası, kime zararı? Salın gitsin artık.
“Hayır affetmeyeceğim” diyorsanız, bu öfkeyi bir diğerini cezalandırmak için kullanıyorsunuz demektir.
Sorun kendinize:
“Affetmemek bana ne sağlıyor?”
O sağladığını düşündüğünüz her neyse aslında hiç gerçek olmuyor, biliyor musunuz?
Siz sadece kendinizi cezalandırıyorsunuz. Yaşadığınızı hazmetmekten ve bırakıp gitmektense öfkeye, acıya tutunup kendinize eziyet ediyorsunuz. Mideye oturmuş yemek gibi, boğazda kalan lokma ile yaşıyorsunuz.
Salın gitsin çünkü bir diğerini cezalandırmak aslında kendinizi cezalandırmak. Kendinizi özgür bırakın. Bunu hak ediyorsunuz.
https://www.canakademisi.com/