Yolları toprak, yolları viraj, yolları sapa ovalara gittik, dağlara çıktık. Zeytinci arkadaşımız Ali, zeytin ağaçları diktiği dağları gezdirdi. Denizden rüzgârla gelen küf mantarının zeytin dalına girip hurma zeytin yaptığını anlattı. Hiçbir işleme tabi tutulmadan dalından koparılıp yenen hurma zeytinin mucizesine şaşmamızı görmekten büyük haz duydu, çünkü elleriyle topladığı hurmalara hayranlığı ilk günkü gibi sürüyor. Hurmalardan daha eski karısına da, hurmalar yaşındaki oğluna da.
“Hurma zeytini yedik, tükettik, gelsin soframıza domat zeytinler” diye düşünmeksizin. Mehmet Ali Erbil ve karısının neden boşandıklarına anlam veremeden hurmaları koklayarak, tadını çıkararak yiyor, zeytin ağaçlarını tarımsal ilaçtan, suni hormonlardan gözünden çok sakınıyor. Ali dağın tepesine su taşımak için kurduğu düzeneği, damlama sulama tekniği uygulayabildiğini anlatırken, hem teknolojiyi kullanabilmesinin heyecanını taşıyor, hem ziraat mühendisliği okuyabilse şaheserler yaratabileceğine inanıyor. Ali’nin toprak sürüp, ağaç dikmekten, 50 yaşında üniversite sınavına hazırlanacak zamanı yok ama karısı seneye ziraat fakültesine girebilmek için gece gündüz ders çalışıyor. Hayat müşterekse, kocasına destek vermeli, hurma zeytin ağaçlarını birlikte çoğaltacaklar.
Dağlarda gezerken hava karardı, karısı bizi bırakmadı. Karısına “Çavuş” diyor. Çavuş dağlarla ovaların, şehirle kırsalın yolunu birbirine bağlayabildiği için Çavuş. Çavuş çocuğunun öksürüğünü kesmek için soğanı şekerde bekletip, suyundan ilaç yapmayı da biliyor, kışın çocuğunu kapıp şehirdeki okula götürmeyi de. Gece bize soba yakıp, üzerinde patlattığı kestaneleri eliyle soyarak ikram etmeyi de. Gece boyunca tek bahis konusu olmayan şey; para. Ali ile Çavuş’un bütün kaygıları daha çok ağaç dikmek, ağaçları zehirleyecek ne varsa dağlarından uzak tutmak. Bir de ülkeleri için ne yapabilecekleri. Bana soruyorlar “Ülkemiz, halkımız, çocuklarımız için ne yapmalıyız?”
Cevap veriyorum: “Siz toprak ekip, binlerce ağaç dikiyorsunuz, biz kendimize sormalıyız ne yaptığımızı, neler yapabileceğimizi?” Birlikte gece yarısına kadar içip, konuşuyoruz, eşimle fark ediyoruz ki, İstanbul’un ve Ankara’nın çok kirlenen dilinden biz de kendimizi korumaya çalışsak bile nasibimizi kısmen de olsa almışız. “Söyle bakalım Ali sen bu zeytinlerden kaç para kazanıyorsun?” diye sorup, Ali’nin borç içinde olduğunu öğrenip, bu işe akıl sır erdiremeyip, “Bu kadar emeğe bir gün voliyi vurursun” dediğimiz için.
Çok kıymetliyiz diye bağıranların haberleri
Sabah uyandığımızda kapıda bir balıkçı kadın. Gece çıktığı balıktan yeni dönmüş, Ali ile Çavuş’a balık getirmiş. Çavuş balıkları alıyor, bir kavanoz zeytin veriyor balıkçı kadına Balıkçının kocası da balıkçı, oğlu da. Hepsinin ayrı ayrı küçük tekneleri var. Kadın denizden dönüyor, kocası denize açılıyor. Soruyorum: “Bir çocuk daha yapacak mısın?” Cevap veriyor: “Bir balıkçı daha fazla, o kadar balığı ne yapacağız sonra?” Hep birlikte balıkçı kadının koyuna iniyoruz.
Balıkçı kadın kıyıdan denizdeki balık sürüsünü gösteriyor. Denizin üzerindeki kıpırtıyı takip ediyoruz. Zeytinci Ali, soğuk denize girip beyaz çakıl taşları toplayıp getiriyor bize. Şehirdeki evimize döndüğümüzde oğlum çakıl taşlarının üzerine resimler yapıyor. Resimlerden biri zeytin, biri balık, diğeri gözlerini yeşile boyadığı adam, diğeri gözlerini maviye boyadığı kadın. Çakıl taşlarını bir kutunun içine koyuyor. Kutuya ad veriyor; sihirli kutu.
Ben kapıda biriken gazeteleri okuyorum. Sözlerinin çok önemli, fikirlerinin çok değerli olduğuna şüphesiz inanan, “Çok kıymetliyiz” diye bağıranların haberlerini. Laf, laf, laf, yalan, yalan, yalan, kandırmaca, kandırmaca, kandırmaca.
Havadaki oksijen azalıyor yine. Bu insanlar zeytin ağaçlarını da kurutacaklar mı, balıkları da öldürecekler mi? Milyar dolarları zeytinciden, balıkçıdan alıp füzelere, rampalara yatırırken, dağları, denizleri bırakacaklar mı? O dağlar, denizler gittiğinde çocuklar nefessiz kalıp, ölecek. Bilmiyorlar mı?