Amerikalı yazar James Bovard, 1994 tarihli "Lost Rights: The Destruction of American Liberty" adlı kitabında, "demokrasi, iki kurtla bir kuzunun akşam yemeğinde ne yiyeceklerini oylamasıdır" diye yazar.
Bizim kitaplarımız ise demokrasiyi, "halkın kendi kendini yönetmesi" olarak tanımlar. Bu iki şekilde olur, doğrudan demokrasi ve temsili demokrasi. Doğrudan demokrasi eskiden küçük yerleşim birimlerinde antik şehir devletlerinde vs. uygulanmış. Seçmenlerin hepsi meydana toplanır ve konular üzerinde herkesin oy hakkı vardır. Hemen her konunun referanduma sunulması gibi düşünün. Temsili demokraside ise seçmenler konular üzerine karar almaz. Biz seçmenler ‘temsilciler’ yani ‘vekiller’ seçeriz ve onlar bizim yerimize kararlar alır. Eğer kararlarını beğenmezsek ilk seçimde onları seçmeyiz başkasını seçeriz.
Elbette biliyoruz ki dünya üzerinde seçtiklerinden memnun tek bir topluluk ve millet yok. Herkes şikâyetçi. Zaten demokrasi de bize olan bitenden kimi sorumlu tutacağımızı seçme hakkı veren sistemin adı bir yönüyle...
Dünyanın yaşayan en eski demokrasisi olan ABD’de kurucu babalar doğrudan demokrasiden çok korkuyordu. Muazzam bir hukuksal bakışa ve entelektüel kültüre sahip bu adamların korkusunun nedeni, doğrudan demokrasinin ‘çoğunluk diktatörlüğüne’ yol açmasının kaçınılmazlığıydı. Sırf ‘çoğunluk istiyor’ diye hukuksuzluklar yapılmasından korkuyorlardı. Bu nedenle de ülkede karar alma süreçlerinde temsili demokrasiye yöneldiler. Siyasi partiler bu yönelişin sonucunda ortaya çıktı.
14 yıl sonra Ankara’ya ilk geldiğimde en başta dikkatimi çekenlerden biri de 3 gösterişli bina oldu. AKP, CHP ve MHP’yi kutlarım. Güzel bina yapmışlar. Bu devasa binaları çevirmek bile ciddi maliyeti olan bir iş. Siyasi partiler bildiğimiz kadarıyla mal ya da hizmet üretip satan müesseseler değil. ‘Peki bu devasa binalar ve devasa bürokrasileri hangi parayla dönüyor’ diye sorduğumda kimse tam yanıtını bilmiyor. Biraz şüpheli de olsa ‘hazine yardımı’ cevapları alıyorum. Neyse şimdi asıl konum partilerin parası değil, ‘ağa’ları. Yani bütün Türkiye’nin her Salı günü beş altı saat süreyle atışmalarını izlediği 3 lider.
Amerikalılar, "Washington DC, film yıldızı olacak kadar güzel ya da yakışıklı olmayanların Hollywood’udur" derler. Sadece Türkiye’de değil dünyanın büyük bölümünde de politika bir yönüyle ‘kitlelerin eğlencesidir’ de. Salı atışmalarının kahvehanelerimizi dolduran geniş yığınlar için ‘eğlenceli’ geçtiğinden şüphem de yok.
Adına ‘grup toplantısı’ denen bu temsilde, görebildiğim kadarıyla bir ‘toplantı’ yok, ‘toplanma’ var. Son derece tiyatral ‘one man show’ performansını izlemek için gerçekleşen bir toplanma. Sahnenin tek aktörü tıpkı tiyatrodaki gibi konuşmaz, konuşma yapar. Bir Salı şovunda söyledikleriyle bir başka Salı şovunda söylediklerinin yüzde yüz zıt olabilmesi bundandır. Ortalama bir televizyon tartışmacısı düzeyinde ve tonunda haftanın medyaya yansımış son gelişmeleri ya da bu konudaki son polemikler, ülke yönetimiyle doğrudan ilgili olsa da olmasa da değerlendirilir. Bazen bir tv dizisi eleştirilir, bazen bir gazetecinin yazdıkları… Argo, ‘sokak ağzı’ ve ‘sokak düzeyi’ yüksek reyting için gereklidir. Yoksa şovu sürdürecek kitle desteği bulamayabilirsiniz.
Aslında siyasi şovlar Türkiye’ye özgü değil. Örneğin demokrasinin beşiği olan İngiltere’de de her Çarşamba sabahı siyaset kısaca PMQs denen ‘Başbakana Sorular’ toplantısına kilitlenir. Her hafta kaçırmadan izlemeye çalıştığım bu muhteşem siyasal şovda İngiliz Başbakanı, Avam Kamarası oturumunda milletvekillerinin canlı yayında kendisine sorduğu soruları yanıtlar. Bilmeyenler için diyeyim Avam Kamarası’nın oturma düzenini birkaç metre mesafede karşılıklı iki küçük tribün şeklinde hayal edin. Ve bu sahnede karşılıklı atışmayı hayal edin. Soru sormak isteyen milletvekilleri adlarını yazdırır. Kura sonucu belirlenen 6 milletvekili (3 iktidar 3 muhalefet) istedikleri soruyu sorar ve başbakan da cevap verir. İsim yazdırdığı halde kurada adı çıkmayanlar ise, Meclis Başkanı’nın yetkisini kullanarak verdiği şifahi söz sıralarından kapmak için Başbakan’ın cevap vermesinden hemen önce ve hemen sonra ayağa kalkarak kendilerini Meclis Başkanı'na hatırlatırlar. Başbakan'ın cevaplarını beğenenlerin hep bir ağızdan ‘yay’leri ile beğenmeyenlerin ‘nay’leri adeta ‘Old Trafford’ atmosferi yaşatır izleyenlere. Şovun tavan yaptığı anlar ise muhalefet lideri ile başbakanın karşılıklı söz alıp atışmaya başladığı anlardır. Bazen iki tarafı da kahkahalara boğacak diyaloglara sahne olur.
Gün aşırı yumruklu kavgaya sahne olan, ‘vur de vuralım’a ‘sırası gelecek’ cevaplarının normal siyasi faaliyet sayıldığı bir kültüre biraz lüks kaçacak bir şov.
Demokrasinin kitleleri eğlendiren bir şova dönüşmesi demokrasiden ümidimi kestiğim anlamına gelmiyor. Demokrasi varılıp ulaşılan bir eşik değil bir süreçtir, tartışmadır. Daha iyisi olmadığı için katlandığımız bir şeydir. Demokrasinin getirdiği bütün sorunların tek çözümünün de daha fazla demokrasi olması, bu yönetim tarzının en tuhaf karakteristiğidir…
Ama daha da önemlisi, demokrasi bir milletin karakterini yönetime yansıtan çok iyi bir aynadır. Bernard Shaw, boşuna ‘’demokrasi, hak ettiğimizden daha iyi yönetilmeyeceğimizi garanti eden sistemdir’’ demiyor.
Show must go on…