Çok sayıda ‘kırmızı çizgi’nin çizildiği ve hepsinin aşıldığı bir çağda yaşıyoruz.
Örneğin, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Şam’da kimyasal silah kullanılmasına tepki olarak, Obama’nın, geçen yıl yaptığı, ‘kimyasal silah kullanılması kırmızı çizgimizdir’ açıklamasına atıfla ‘’tüm kırmızı çizgiler aşıldı. Bu çizgileri koyan ülkelerin, bu çizgiler aşıldığında sorumluluklarını yerine getirmesi gerekir” yorumunda bulundu. Ama, Bakan Davutoğlu da 2012 Ağustosu’nda, yani Obama ile aynı günlerde İsmet Berkan’a yaptığı açıklamada, Türkiye’ya sığınan Suriyeli mülteci sayısında 100 bin rakamının kırmızı çizgi olduğunu açıklamış ve bu rakamdan fazlasını Türkiye’nin ağırlayamayacağını, Suriye içinde güvenli bölge ilan edilmesi gerektiğini ifade etmişti. Türkiye’deki Suriyeli mülteci sayısı, kırmızı çizgiyi 400 bin kadar aşmış durumda ve pek birşey olmadı.
Peki, bir devlet, uluslararası bir tehditte bulunup ‘kırmızı çizgi’ çizdiğinde ve ardından bu çizgi aşılıp da hiçbir şey yapmadığında ne olur? O ülkenin uluslararası itibarı zedelenir mi? Uluslararası politika alanında çalışan bazı uzmanlara göre, "hayır, hiç bir şey olmaz". Tehdidinden geri adım atan liderlerin itibarı da bugüne kadar itibarı çok da zedelenmemiş. Daha da ilginci, tarihte, sırf ‘tehdidinin arkasında durmak için savaşa girmiş liderin, gelecekteki tehditleri daha az ciddiye alındığı çok daha vaki.
Simon Waxman, Boston Globe’taki yazısında, kırmızı çizgili "cebri diplomasi"de, "yalancı çoban" durumuna düşme riski bulunduğu algısına dikkat çekiyor: "Eğer daha önce inandırıcı olmadıysan, şimdi neden inanalım ki?"
Dartmount College Kamu Yönetimi profesörü Darryl Press, 2006 yılında yayınlanan ‘’Calculating Credibility(İtibar Hesabı)” kitabında, 20’nci yüzyıldaki 3 tehdit politikasını ve sonrasında olanları inceliyor. İkinci Dünya Savaşı, Batı ile Sovyetlerin 1958-1961 arasında Berlin’de karşı karşıya gelmesi ve Küba füze krizi. Prefesör Press, bu üç olayı, devletlerin daha önceki yaptıklarının, mevcut sözlerine etkisini ve yapabileceklerinin garantisi olarak okunması gerekip gerekmediğini araştırmak için incelemeye başlar. ‘’Eğer, itibar teorisi doğruysa bu üç olayda da doğru olması gerekirdi. Ve ben araştırmama başlarken, tehdidinin arkasında durmanın sonraki sözlerinde etkini artıracağı varsayımına çok inanıyordum’’ diyor Press.
Ancak, Press, bu varsayımının aksine, liderlerin, tehditlerinden geri adım attıktan sonra bile yaptıkları yeni tehditte ciddiye alınmaya devam edildiklerini tespit etti. Fransa ve İngiltere 1930’lu yıllar boyunca Hitler’in taleplerine karşı çıkmalarına rağmen hep muvafakat verdiler. Ancak, Press’in bulduğu belgelerde, Hitler, Fransa ve İngiltere’nin savunacaklarını ilan ettikleri Doğu Avrupa ile ilgili stratejisini generalleri ile tartışırken, bu iki ülkenin askeri kapasitelerini dikkate alarak tartışıyorlar, geçmiş 15 yılda tehditlerinden sürekli geri adım atmaları üzerinden değil.
Hakeza, 1958 – 1961 arasında Kruşçev, sık sık Batı güçlerine, Batı Berlin’deki askeri varlıklarını çekmeleri için ültimatom verip tehdit etti. Kruşçev, defalarca kırmızı çizgi çizip geri adım attı. Ancak, ABD ve Batı güçleri, Kruşçev’in her yeni tehdidini ciddiye alıp, her defasında askeri ve nükleer alarma geçti. ‘Havlayan köpek ısırmaz’ teorisine bir kere bile prim vermedi. Nitekim Küba füze krizinde de Kennedy, ‘kırmızı çizgi kaşarı’ haline gelen Kruşçev’in Küba ile ilgili tehdidini çok ciddiye almış ve dünya nükleer bir savaşa en yakın noktaya gelmişti.
Politik liderlerin, kendi itibarlarının nasıl algılandığına çok dikkat ettiklerine işaret eden Press, buna karşın, kendileri dışındaki politik liderlerin ‘sözlerinde durup durmadıkları tarihine’ pek dikkat etmediklerini vurguluyor.
Waxman’ın aktardığına göre Virginia Üniversitesinden politik bilimci Todd Sechser’in konuyla ilgili bulguları da benzer yönde. Uluslararası planda yapılagelmiş tehditlerin akıbeti hakkında detaylı araştırmalar yapan Secher, ültimatomunun arkasında duran liderlerden itibarı yükselen birkaç kişi olmakla birlikte, ültimatomun arkasında durmak için harekete geçenlerin çoğunluğunun meydana gelen olaylar nedeniyle büyük itibar kaybettiklerini belirliyor.
1918 – 2001 yılları arasında 210 ‘kırmızı çizgi’ tehdidi tespit eden Secher, devletlerin, hangi şartlarda, tehditlerinin sonuçlarını aldıklarını belirlemeye çalışmış. Aynı zamanda, tehdidi yapan yönetimin, tehditten sonra başına gelenlere de bakmış. Tehdidini yerine getiren ülkelerin, bir sonraki tehditte başarı oranının yüzde 19 olduğunu belirlemiş. Tehdidinin arkasında durmayan ülkelerin, bir sonraki tehditlerinin başarı oranı ise yüzde 31 olarak belirlenmiş. Yani uluslararası politikada kimse, ‘’bu daha önce de tehdit etmiş ama birşey yapmamıştı’’ deyip aldırmazlık etmiyor.
ABD, son kimyasal saldırı haberlerinden sonra askeri müdahale için hazırlığa başladı. Bir şey kesin. Obama, sırf ‘kırmızı çizgi’sinin çiğnenilmesi için bu harekatı yapmıyor. ABD’nin bölgesesl çıkarları, İsrail’in güvenliği, kimyasal silah stokunun ABD açısından ‘yanlış ellere’ geçmemesi gibi somut amaçlara binaen harekete geçer.
Bu müdahalenin bir çok sonucu olacağı kesin. Ancak, hiç birimizin kafasında ‘ABD söz verdi mi tutar’ gibi bir anlayışın yerleşmesi bu sonuçlardan biri olmayacak. Hepimiz biliyoruz ki, ABD gelecekte de her yeni müdahaleye kendi çıkarları ve dengeleri açısından yeniden bakacak ve ona göre karar verecektir.
Sadece liderin sözünün itibarı için savaşmak, büyük can ve ekonomi kaybı demek. Bu sebeple, uluslararası politika söz konusu olduğunda, doğabilecek sonuçlara bakıp tükürdüğünü yalayıp uzaklaşmak bazen çok daha akıllıca olabiliyor.
Sadece diktatörlükle yönetilen ülkeler, sırf "liderin sözü yerine gelsin" diye savaşa girer.
Bu uzun kıssadan iki hisse:
1 - Hiçbir büyük devletin vizyoner lideri, sırf ‘tehdidinin arkasında durmak için’ harekete geçmez. Savaşın sonuçlarına değip değmeyeceğine bakar.
2 – Bir ülke seni tehdit etti mi, daha önce tehditlerini yerine getirip getirmediğine asla bakma. Bugünkü silah ve ittifak kapasitesinin seninkinden büyük olup olmadığına bak.