“Duygusal olarak gelişmiş ve sorumlu kadınlar oy hakkı istemez’’
—Grover Cleveland, ABD eski Başkanı, 1905
Başlıktaki soru neredeyse en tutucu gruplar, halklar ve ülkeler için bile absürd bir soru gibi. Ancak sadece 90 yıl öncenin bırakın Doğu toplumlarını Batı toplumlarında bile ‘makul çoğunlukça’, kadınların bu talebi ‘marjinallerin fantezisi’ gibi görülüyordu. ‘Birkaç çapulcu feministin, ülke düzeni ve toplum değerlerini alt üst edecek bu bozguncu isteklerine’ karşı ciddi bir toplumsal ve siyasal direnç vardı.
Kadınların, Atlas Okyanusunun her iki tarafında oy hakkına kavuşmak için verdiği destansı mücadele, 1’nci Dünya Savaşı öncesi, savaş zamanı ve sonrası gelişmelerinin gölgesinde gerçekleştiği için bugün pek hatırlanmıyor. Oysa ki, kendilerinin de insan olduğunu ve oy hakkı sahibi olmaları gerektiğini savunan bu kadınların eylemleri yoğun polis şiddetine maruz kaldı. Birçoğu tutuklandı. İşkenceler gördüler. Ancak yılmadılar. Hapishanelerde açlık grevlerine gitmek zorunda kaldılar. Buldukları her fırsatta seslerini duyurmaya çalıştılar. Gelişen toplumsal vicdanı yanlarına çekmeyi başardılar. Ancak oy hakkı elde etmeleri nerdeyse 80 yıllık bir mücadele sonunda mümkün olabildi.
ABD’de oy hakkı sahibi olmayan iki yetişkin grubu vardı: Siyahlar ve kadınlar.
Bir çok feminist dernek, ABD’de köleliğin yasaklanması mücadelesinin ön safında yer aldı. O dönemin koşulları düşünüldüğünde köleleri kadınlardan daha iyi kim anlayabilirdi ki… Philadelphia’dan Lucretia Mott’un liderliğindeki bir heyet 1840 yılında Londra’da Dünya Anti-Kölelik Konferansı’na katılmaya gittiklerinde, heyetin liderinin bir kadın olması nedeniyle kendilerine konferansta sandalye verilmeyecekti. Mott daha sonra efsane kadın lider Elizabeth Cady Stanton ile birlikte, kadınların oy hakkı talebinde ilk meşaleyi yakan 1848 Seneca Falls Kongresini organize edecekti.
ABD iç savaşı sona erdikten sonra ABD Anayasasının 15’nci Tashihi (15thamendment) yapıldı ancak sadece ‘siyah erkeklere’ oy hakkı veriyordu bu. Bunun üzerine Mott, Susan B. Anthony ile beraber, Amerikan Kadınlara Oy Hakkı Birliğini (NAWSA) kurdu. Ve Amerikalı kadının on yıllarca sürecek mücadelesi başladı. İngiltere’de ise 1903 yılında kurulan Kadınların Sosyal ve Politik Birliği (WSPU) adlı ‘örgüt’, baskılardan sonra İngiliz hükümetine savaş açtı. Camları kırıyor, tren raylarına kendilerini zincirliyor, telefon hatlarını kesiyor ve hatta yer yer boş binalara bombalı saldırılar gerçekleştiriyordu. Ancak ölüme yol açmamak için çok dikkatli davranıyorlardı.
İngiltere ve ABD’de 20’nci yüzyılın başından itibaren oy hakkı isteyen kadınlara yönelik yoğun tutuklama furyası başladı. Bunun üzerine hapishaneleri dolduran çok sayıda kadın aktivist açlık grevlerine gitti. Bu kadınlar ‘zorla besleme’ işkencesine tabi tutuluyordu. Bu işkencelerde çok sayıda aktivist hayatını kaybetti ya da hastalandı.
Amerikan ve İngiliz medyası ve politik düzenleri, ‘suffragist (suffragettes)’ yani ‘oy hakkı istekçisi’ denilen bu kadınlara karşı çok acımasız bir aşağılama kampanyası yürütüyordu. Karikatürlerle, haberlerle, basın açıklamalaryla bu talepte bulunan kadınlara çok ciddi aşağılanıyorken, erkeklere yönelik de korku kampanyası yürütülüyordu. En etkili araç ise, dönemin Facebook’u Twitter’ı olan posta kartlarıydı.
O günlerin popüler bir posta kartında, bir ‘suffragist’ şu şekilde tasvir ediliyordu:
"Suffragist’in doğuşu ve gelişimi:
- 15’in de sevimli bir evcil hayvan gibi
- 20’sinde bir fettan
- 40’ında hala bekar
- 50’sinde oy hakkı savunucusu olur"
Bir başka kartta, bakımsız bir kız çocuğu gözünde yaşla, ‘kimse beni sevmiyor. Bu gidişle oy hakkı savunucusu olacağım’ diyor.
Diğer bir kart ise oy hakkı savunucusu bir kadın, yabancı bir erkeği dudaktan öperken gösterilirken, ‘’Oy hakkı savunucularının destek oyu kazanmasının en kolay yolu’’ denilerek, oy hakkı isteyen kadınların ‘hafif-meşrep kadınlar’ olduğu yolundaki toplumsal bilinçaltı pekiştiriliyor.
‘Gerçek’ kadınların, ‘aşırı yozlaşmış kadınlardan’ farklı olarak politikadan uzak duracaklarını vurgulayan bir kart; George Washington’un bir grup oy hakkı savunucusu kadına bakarak ‘ülkemi bunun için mi kurtardım’ diye hayıflanmasını gösteren bir başka kart ve daha nicesi… Erkeklere yönelik afişlerde kampanyalarda ise, ‘kadının yerinin evi’ olduğunu vurgulanıyor ve kadınlara oy hakkı verilmesi halinde, kadının bir daha çocuklarıyla ve eviyle ilgilenmeyeceği, evin bütün işlerinin erkeğe kalacağı ve toplumsal düzenin yıkılacağı iddia ediliyordu.
Kadınlara oy hakkı karşıtlarına göre, kadınların oy verebildiği eyaletler, gerçek kamuoyunun asla ortaya çıkamadığı birer ‘harem government (harem hükümeti)’ olmuştu. Hem zaten kadınların çoğu bu münasebetsiz talebe karşıydı. Oy hakkı talep edenlerin oranı kadınların yüzde 10’undan fazlası değildi. Bunların tüm kadınların temsilcisi gibi konuşmaları kabul edilemezdi. ‘’Bu azgın azınlığın’’ isteklerini bütün ülkeye dayatmasına’’ izin verilemezdi. ‘Bunlar’, ‘tiksindirici’, ‘açık-saçık’ kadınlardı ve devlet işlerinde ‘erkeklerle eşitlik isteyecek’ kadar ‘cahildiler’. Hem, oy verme bir ‘ayrıcalık’ değildi ki bir ‘görev’di. Kadın evde mahrem alanda görevini ifa ediyor, erkek de kamusal alanda, hepsi bu. Dahası bu kampanyalara Sputhern Women’s Leauge gibi bir çok kadın derneği de destek oluyordu.
Çok ilginç şekilde birçoğu henüz eyalet statüsü bile kazanmayan vahşi Batıda daha hızlı yol alındı. Eğitimli insanların ve toplumsal düzenin oturduğu Doğu yakası değil, kovboyların ve kanunsuzluğun at koşturduğu Utah (1869) ve Wyoming (1870) kadınların ilk oy hakkına kavuştuğu yerler oldu. Onları Colorado ve Idaho izledi.
Birinci Dünya Savaşı İngitere’yi kadınlarla ateşkese mecbur etti. 1918 yılında 30 yaşından gün almış kadınlara oy hakkı verildi. 21 yaşından gün almış bütün kadınların oy hakkına kavuşması içinse daha 10 yıl geçecekti.
ABD’de çok daha zorlu bir süreç işledi. 1913 yılında Woodrow Wilson’un yemin töreninden bir gün önce oy hakkı isteyen kadınlar, Washington DC’de bir yürüyüş yapma cüretinde bile bulundular. Ancak yürüyüş güzergahı, kadınlara oy hakkı karşıtı çeteler tarafından tutuldu. Çoğu erkek bu sivil şahıslar kadınlara saldırdı. Tükürdüler, saçlarından yerlerde süründürdüler. Polis ise bu kişilere hiçbir şekilde engel olmadı. O güne kadarki en büyük kadın eylemi olan bu 5000 kadının yürüyüşü ve yürüyüşe saldırı, ülkede kırılma anı oldu. O güne kadar kadınların oy hakkına sıcak bakmayan New York Times bile, ‘sivil toplumun kadınlara karşı tutumunda yanlışlık olduğu’ yorumu yaptı. 1916 yılında NAWSA’dan ayrılan Paul, Ulusal Kadın Partisini kurdu.
ABD Kongresinde kadınlara oy hakkı verecek anayasa değişikliği için birkaç deneme başarısız kaldı. Nihayet 1919 yılında 19. Anayasal tashih (19th Amendment) önce Temsilciler Meclisinde sonra Senato’da kabul edildi. Ancak Amerikan Anayasasındaki her hangi bir değişikliğin tamamlanması için eyaletlerin üçte ikisinin (en az 36) kongresinde de kabul edilmesi gerekiyordu. 35 eyalet kongresi anayasal değişikliği onayladı. Tennessee eyaleti tam bir savaş meydanına döndü. Ancak oy hakkı savunucuları yoğun toplumsal baskıya rağmen bu eyaletin kongresinde de az farkla çoğunluğu kazanınca, 18 Ağustos 1920’de, yani 93 yıl önce bu hafta, ‘’Eyalet kongrelerinin oy hakkına cinsiyet temelli kısıtlama getiremeyeceğini’’ öngören Anayasal değişiklik (19th Amendment), kabul edilmiş oldu.
Sosyal ve siyasal değişimler maalesef kolay gerçekleşmiyor.