Yıl 1955… 8 yaşındaki Brooklynli çocuk, babası ile hayranı olduğu o dönemin beyzbol devi New York Giants’in, Brooklyn Flatbush’ta bugün artık yerinde apartman kompleksi olan Ebbets Field stadyumunda oynadığı Dünya Serisi maçını izlemeye gitmiştir. Ve o gün maçtan sonra onu bir sürpriz beklemektedir. Beyzbolun en efsane isimlerinden Willie Mays bir anda karşılarında belirir. Hemen bir imza ister. ‘Tabii ki’’ der Mays, ‘kalemin var mı?’. Yoktu. Ne onda, ne babasında, ne babasının arkadaşlarında o anda orada olan kimsede bir kalem yoktu. ‘Üzgünüm, kalem yoksa imza da yok’ der Mays uzaklaşırken. Bütün yaşamını etkilyecek bir hayalkırıklığı yaşayan çocuk gözyaşlarına boğulur.
O Brooklynli çocuk, bu olayı anlattığı ‘Why Write?’ adlı denemesini, yarım yüzyıl sonra 2009 yılı Nisan ayında Columbia Üniversitesi bünyesindeki Kraft Merkezi’nin bodrum katındaki salonda, aralarında bu satırların yazarının da bulunduğu küçük bir gruba okuduğunda duygulanacaktı: "Şu, beynime kazındı. Eğer cebinizde bir kalem varsa, bir gün onu kullanma isteği duyma ihtimaliniz çok yüksek."
O günden sonra hayatının hiç bir döneminde bir daha cebinden asla kalem eksik etmeyen Paul Auster, dünyaca ünlü bir roman ve deneme yazarına dönüştü. 1995 yılında New Yorker dergisinde yayınlanan ‘Why Write?’ yazısını okuyanlardan biri de Willie Mays’tı. Mays, yazıyı okuduktan sonra sakladığı hatıra beyzbol toplarından birini alıp imzalayıp, Paul Auster’ın evine gönderecekti.
‘’Artık Willie Mays’in imzasına sahibim’’ dedi bize Auster ve ekledi: ‘’Bu imzalı top, kitapların ve yazmanın gerçek yaşamda değişiklik yapabildiğinin ispatı.’’
Paul Auster’ın New York Üçlemesi ile beyzboldan önce tanıştım. Çocukluktan beyzbolseverlerden değilim. Beyzbola merakım 2000’li yılların hemen başında başladı. O zamanlar Queens’te yaşadığım evin hemen yakınındaki Shea Stadyumu’nun önünden her gün geçince New York Mets ile tanıştım. Televizyonda ya da sahada izlediğim ilk beyzbol maçlarının çoğu Mets’e ait olunca yüreğimdeki Beşiktaş tutkumun yanına Mets tutkusunu eklendi. 2009 Nisanındaki o toplantıda öğrenecektim ki Paul Auster’ın da hayatındaki en büyük tutkulardan biri New York Mets beyzbol takımıydı. 66 yaşındaki yazar Park Slope’taki evinde, yıllardır şampiyonluğa hasret Mets’in her maçı öncesi hala şarabını doldurup televizyonun karşısında geçmekten kendini alamıyormuş. ‘Mets neden benim için bu kadar önemli bilmiyorum’ diyor. Tıpkı, Dünyanın geri kalanın, beyzbolun Amerikalılar için neden bu kadar önemli olduğunu hiç bilememesi gibi…
Türkiye’de ilgilisi çok az ama ABD’de mevsimlerden beyzbol. Bütün ülke bugünlerde yine beyzbol ile yatıp kalkıyor. Beyzbolda yılın en büyüğünü belirleyen ‘Dünya Serisi’nde, MLB’yi oluşturan iki alt ligin şampiyonları Boston Red Sox ile St Louis Cardinals karşı karşıya geliyor. İlk beş maç sonunda Boston takımı 3-2 önde ve eğer bir maç daha kazanırsa yılın en büyüğü olacak. Bütün New Yorklular ise düşmanları Boston’un böylesi bir mutluluğu yaşamaması için Cardinals’ı destekliyor. Her yıl Nisan ayında başlayan beyzbol sezonu, Ekim ayında bu finalle sona eriyor.
Tarihçi Jacques Barzun 1954 tarihli ‘’God’s Country And Mine’’ adlı ünlü denemesinde, ‘’Amerika’nın ruhunu ve aklını tanımak istiyen beyzbolun kurallarını ve realitesini öğrenmeli’’ diyor. Gerçekten de Amerikan sosyal yaşantısı, kültür ve edebiyatına biraz ilgi gösteren herkes derinlerde beyzbol etkisini farketmekte gecikmez. Politik literatür bile çoğu kez beyzbol terimleriyle konseptlerini açıklıyor. Gerçi günümüzde Amerikan futbolu ekonomik güç olarak beyzbolu geçmiş durumda ama Amerikalı yazar ve düşünce adamları, beyzbol kadar başka hiç bir sporu romantize etmediler. Bu anlamda beyzbol kesinlikle Amerika’nın ‘milli’ sporudur. Ve dahası diğer sporlardan farklı olarak ‘bütün Amerika’nın sporudur. Örneğin NBA nerdeyse tamamen Afrika kökenli oyuncuların egemenliğindedir. Amerikan futbolunda Hispanik oyuncu çok azdır ve Asya kökenli nerdeyse hiç yoktur. Buz hokeyi ise ülkenin en ‘beyaz’ sporudur. Ancak beyzbolda, Afrika, uzakdoğu, Güney Amerika, kuzey Avrupa, güney Avrupa, yerli kökenlerin hepsinden oyuncular vardır.
Beyzbolun en ayırıcı özelliğini sorarsanız, bir saati olmamasını gösteririm. Bu sebeple beyzbolda ‘zamana oynayamazsınız’. Rakibe mutlaka şans verilmesi beyzbolla ilgili en sevdiğim şeydir. Her takım hakkını kullanır. Her iki takımın da birer kez atak hakkı kullandığı ‘inning’ denen 9 devre tamamlanmak zorunda olduğundan beyzbolda maçlar çok uzun sürer. Hatta 1984 yılında bir maç tam 8 saat 6 dakika sürmüş. Günümüze ortalama beyzbol maçı 3 saate yakın sürüyor. Bu da hem statta hem de televizyondan izleyen için beyzbolu farklı bir eğlence kültürünün kaynağı yapar. Dünyanın geri kalanı içinse beyzbolu ‘sıkıcı’ yapan özelliktir bu…
Yaklaşık 3 saat süren maçı statta kim seyreder demeyin. Beyzbol dünyada en kalabalık stat izleyicisine sahip sporlardan biri. Sadece Amerikan profesyonel beyzbol ligi maçlarını 2012 sezonunda statta izleyen seyirci sayısı 74,8 milyon. Stat izleyicisi için beyzbol maçları bir tür ‘piknik’tir aslında. Bu nedenle pozisyon aralarında sohbet edecekleri bir konuyu, ya da meşgul olacakları bir şeyleri de mutlaka beraberlerinde stada götürürler. Peki ya sporcular? Onlar da çiğner, tükürür ve ‘oraları buralarıyla’ oynar. Komedi filmlerinde beyzbolun en fazla karikatürize edildiği görüntüler yani... 1960’lı yıllara kadar tütün çiğnenirdi. Son yıllarda ise ya sakız ya da ayçekirdeği çiğniyorlar. Efsane beyzbolcu Tony Oliva, ‘’Maç sırasında seni meşgul edecek bir şey yapmak zorundasın. Yoksa kafayı yersin’’ diyor. Çünü beyzbol, efsane beyzbolcu Yogi Berra’nın hesapsızca dediği gibi, ‘’yüzde 90’ı mental diğer yarısı ise fiziğe dayalı bir spordur’’.
Peki, ‘’oralarına buralarına’’ niçin sık sık dokunup alt eşofmanlarını düzeltiyorlar? O ise, genital organları korumak için giyilen koruyucunun verdiği rahatsızlığa ve oluşturduğu terlemeye karşı istemdışı gelişen rahatlatma çabası...
Ve tabii ki başlıktaki soru: beyzbol maçında kavga çıkarsa ne olur? Her spor karşılaşması fiziksel yoğunlaşmayla beraber kavga potansiyelini de yükseltir. Futbolda, basketbolda kavga çıktığında futbolcuların itiş kakışına hatta bazen yumruklaşmasına şahit oluyoruz. Beyzbolu bu açıdan riskli yapan iki detay var: Sporcuların elindeki beyzbol sopası ve çarptığında yaralayacak sertlikteki beyzbol topu…
Tıpkı nükleer silahın savaştan ‘caydırıcı’ etkisi gibi beyzbolda da kavgaların ‘yazılmamış kuralları’ oluşmuş. Her sporcu bunlara uyar çünkü aksinin maliyeti herkes için çok fazla. Paul Dickson’un ‘Beyzbolun yazılı olmayan kuralları’ kitabında anlattığına göre, adil bir kavga beyzbolun parçası olarak görülür. Diğer sporlarda kavga kesinlikle engellenmesi gereken bir ‘çirkinlik’ iken, beyzbolda mücadelenin yönetilebilir olması gereken doğal uzantısı gibi görülüyor.
Örneğin, topu atan kasten topu rakip vurucuya çarptırmak için atarsa (ki bazen oluyor), atıcı elindeki beyzbol sopasıyla karşılık vermiyor. İki oyuncu arasınaki tansiyon fiziksel müdehale düzeyine çıkarsa iki oyuncu sahanın ortasında "basebrawls’’ denen bir tür ‘horoz döğüşü’ne başlıyor. Bu horozlanma kavganın finali değil başlangıcı. Çünkü bu tuhaf ‘döğüş’ sadece ikisi arasında olmaz.
Böylesi bir döğüş koptuğunda, saha içindeki oyuncular ve kulübede oturanların da mutlaka katılması gerek. Herkesin katılması, ironik şekilde aslında ciddi yaralanma riskini de azaltan şeydir.
Kavgaya katılacak her sporcunun yapacağı ilk şey beyzbol sopasını yere atmaktır. Yumruk vurmak da yoktur. Nihayetinde herkesin üst üste atladığı bir şekilde cereyan eder. Sahanın ortasında insan yığını oluşur. Bu da kavga edenleri korur. O yüzden denir ki, beyzbol sahasında kavga çıkarsa en güvenli yer kavganın tam ortasıdır.
Peki ‘bir gün beyzbol maçı seyredersem suratıma top çarpar’ diye mi korkuyorsanız boşuna… Bir beyzbol taraftarına top çarpma ihtimali 300 binde 1. Adamlar hepsini hesaplamış.
Ben sebebini anlamadığım şekilde beyzbola alıştım ve sevdim. Bana inanılmaz zevk ve heyecan veren bir spor. Bu yıl Dünya Serisi’ni çok uzaklardan televizyondan seyrediyorum. Ama heyecanını uzaktan bile yaşıyorum.
Bununla beraber beyzbolda küresel bir spora dönüşme potansiyeli şimdilik görmüyorum. Amerikan Futbolu’nun bir gün küresel bir popülariteye ulaşma potansiyeli var ama beyzbolda yok.
Dünyanın geri kalanı, bir filmde, haberde, video klipte vs denk geldiği beyzbola, körling oynayan Kuzeylilere baktığı gibi acıyan bir merakla bakıyor: Bu insanlar ne yapıyor?