Tennessee’li girişimci Adolph Ochs, 1896 yılında New York’un az okunan gazetelerinden New York Times’ı satın aldığı ilk gün, William R. Hearst ve Joseph Pulitzer’in sansasyonel sarı gazeteciliğinden bıkan New Yorklulara gazetesinden şu yazılı taahhütnamede bulundu: ‘’Bu gazetenin en önemli amacı, haberi her tarafın görüşünü alarak vermek ve hangi parti, kesim ve çıkar söz konusu olursa olsun korkudan yada yaranma çabasından özgür olmak olacaktır.’’ Ochs, bu yazdığına gerçekten inandığını gösterdi. Times önce New York’un sonra ABD’nin ardından dünyanın en etkili gazetesi olma yolunda hızla ilerledi. Eugene Meyer, 1933 yılında Washington Post gazetesini satın aldığında yayınladığı beyannamede, ‘’Bu gazete, eğer kamu yararı söz konusuysa, gerçeğin ortaya çıkması uğruna, maddi servetinin zarara uğramasını göze alacak’’ dedi.
Geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz, Washington Post’un efsane yayın yönetmeni Benjamin Bradlee, 1948 yılında Washington Post’ta yerel polis muhabiri olarak işe girdiğinde haftalık 80 dolar maaş alıyordu. Oldukça varlıklı bir aileden gelmesine rağmen uzun süre bu maaşla geçinecekti. 1970’lerin hemen başında Pentagon Belgeleri’ni mahkeme kararına rağmen yayınlama cesareti gösterdi. Watergate Skandalı’nda yönettiği gazetenin haberleri, Nixon’un ABD’nin istifa eden ilk başkanı olmasına yol açtı. Bradlee de, o günün ana akım gazetecileri de, sosyal veya politik ‘establishment’e korkusuzca, özgürce meydan okuyacak cesarete sahipti.
Aynı Bradlee, 2000’lerin başında ise şundan yakınacaktı:
‘’Bugünün gazetecileri, önceki kuşak gazetecilerin olduğundan çok daha tutucu. Bunun çok bariz bir nedeni olduğunu düşünüyorum. Önceki kuşak gazetecilerden çok daha yüksek maaş alıyorlar. Haftada 75 dolar ücrete tutucu olmak çok zor. Ama 75 bin dolar kazanıyorsanız, yaşam standartlarınız, banka hesaplarınız, çocuklarınızın ve ailenizin lüks giderleri, değişimci ve sorgulayıcı bir insan olmayı zorlaştırıyor’’.
Uzun süre CBS’in ünlü programı 60 Minutes’in yapımcılığını gerçekleştirdikten sonra ayrılarak Kamu Dürüstlüğü Merkezi (Center for Public Integrity) adlı bir düşünce kuruluşu kuran Charles Lewis de haber medyasının geldiği durumdan şöyle yakınacaktı: ‘’Günümüz gazetecileri yönetici seçkinler tarafından iltifat görmek, onların aralarına kabul edilmek için can atıyorlar. Sosyal, kültürel ve ekonomik olarak, haklarında haber yaptıkları bu sosyal gruba aitler artık.’’
Örneğin Washington gazetecileri, bugün şehrin en elit kesimlerinden birini oluşturuyor. Eğlence dünyası ünlüsünden politikacı ve bürokratlara kadar herkesin bilet satın alabilmek için can attığı ve başkentin yıl boyunca konuşulan en popüler etkinliği, her yıl Nisan ayının son cumartesi yapılan Beyaz Saray Muhabirleri Derneği'nin yıllık yemeğidir. Artık birer iş insanı gibi oldular. Yönetimlerin onların sırtını kaşıdığı ve özel sıkıntılarını giderdiği, onların da yöneticilerin sırtını kaşıdığı birer profesyonele ilişki ağının üyesi bir çoğu. Ekranlarda, sosyal etkinliklerde, her yerdeler. Bu gazeteciler o kadar ünlüler ki çoğu zaman kendileri birer haber konusu oluyor. Ve üç aşağı beş yukarı aynı görüşleri dile getiriyorlar. Ve doğal olarak, Amerikan medyasında bağımsız gazeteciliğin alanı, ana akımda oldukça daraldı. Ortaya garip bir karışım çıktı. Bir çok ana akım gazeteci Amerikan ortalamasına göre oldukça liberal yaşamlara sahipken, politik söylem ve haber dili olarak muhafazakar elitlere katılmakta buldu çareyi. Gerçekte inanmadıkları şeyleri yazıp konuşuyorlar. Peki bu süreç nasıl başladı? Aslında belli dozlarda her zaman gazeteciliğin içinde bu tür yaklaşımlar sergileyenler oldu. Ama bazı gazetecilere göre hastalık, sistemsel şekilde ‘paket gazetecilik’ ile başladı.
Richard Nixon’un hakkındaki usülsüzlük soruşturmalarına rağmen yeniden açık farkla kazandığı 1972 başkanlık seçimi kampanyası, gazetecilerin, seçim ve politika haberlerini takip şeklinde ve dolayısıyla toplumdaki görünürlüklerinde bir dönüm noktası kabul ediliyor. Walter Cronkite ve diğer birkaç televizyon haber sunucusunu herkes tanıyordu. Ama, başkanlık muhabirlerini, diğer gazetecileri, editörlerden ve meslektaşlarından başka kimse tanımazdı. Seçim kampanyalarını takip eden gazetecilerin de birer ünlüye ve kampanyayı etkileyebilecek aktörlere dönüştüğü yıl oldu 1972...
Hakkındaki, başkanlık yetkilerini istismar ederek suç oluşturduğu iddiaları ve devam eden soruşturmalar, mahkemeler, Nixon yönetiminin, bir ölüm-kalım meselesi gibi gördüğü bu seçimde medyayı bir ‘beyin yıkama aracı’ olarak kullanmaya sevketmişti. Bunu yapmaya meyilli ‘gazeteciler’ her açıdan onore edildi. Bunun en net göründüğü yer ise başkanın 'otobüsü'ydü (çoğunlukla uçağı).
Timothy Crouse’un bugün artık her iletişim öğrencisinin okuması elzem bir gazetecilik klasiği kabul edilen 1973 tarihli ‘’The Boys on The Bus (Otobüsteki Adamlar)’’ adlı kitabı, 1972 başkanlık seçim kampanyasında gazetecilerin içine düştüğü durumun perde arkasını mizahi ve bilgilendirici şekilde anlatır. İletişim literatürüne yerleşecek ve farklı medya kurumlarının, aynı haberi yapmasını anlatan ‘paket gazetecilik (pack journalism)’ tabiri de bu kitapla popülerlik kazandı. Bazı iletişim kaynaklarında, ‘sürü gazeteciliği (herd journalism)’ de deniyor buna.
Crouse, Rolling Stone dergisinin, müzik haberleri yapan genç bir muhabiriydi. 1972 başında, gazetenin yazı işleri toplantısında, ‘başkanlık seçimini kim takip edecek?’ sorusu gündeme gelince kimse gönüllü olmaz. İş yine, politikacıları, ‘’rahatsız etmek, canlarını sıkmak, provoke etmek için’’ yazılar yazan Hunter S. Thompson’a kalır. Genç Crouse bir şekilde bu efsane Rolling Stones muhabirinin yancısı olmayı başarıp ‘otobüs'e biner. ‘’Bu otobüsteki gazetecilerin, politikacılardan daha ilginç birer haber konusu olduğunu farketmeme birkaç gün bunlarla seyahat yetti’’ diyor Crouse. David Broder’den Robert Novak’a politika muhabirliğinin bir çok ünlü isminin, ‘’nasıl özgüven yoksunu ve hırslı insanlar olduklarına, nasıl muktedirlere zaafiyetleri olduğuna’’ ilişkin, daha sonra kitapta toplayacağı çok çarpıcı gözlem ve anekdotlarını dergiye yazmaya başladı.
Crouse, ‘paket gazetecilik’ kavramıyla, ‘otobüs’e binen gazetecilerin nasıl ‘grup düşüncesine sahip olmaya başladıklarını, kendilerini hapsettikleri bu izole ve çılgınca atmosferin nasıl bir otosansüre yönlendirdiğini açıklıyor. ‘Otobüs’te farklı düşünce fitne gibi görülüyor ve izin verilmiyor. ‘’En bağımsız gazeteci bile paketin baskısından kaçınamıyordu’’ diye yazıyor Crouse.
Gazeteciler, ister bir fiziksel otobüs veya uçağa doldurulsunlar isterse görsel bir metin etrafında toplansınlar, bir ortak alanı paylaşmaya başlamış oluyorlar. Aynı isim ve karakterlere muhatap oluyorlar, çok geçmeden de ortak bir dil ve duyarlılığa ulaşıyorlar. Başkanın otobüsündeki gazeteciler arasındaki konsensusun sebepleri ile ilgili tespitleri de dikkat çekici. ‘Otobüs’ü anne rahmine benzetiyor Cruose. ‘’Hepsi aynı rahmi paylaşıyor. Aynı sosyal arka plandan geliyorlar. Hepsi başkentin aynı isimleriyle görüşüyor, aynı haber kaynaklarından besleniyorlar. Hepsinin ellerine aynı dökümanlar tutuşturuluyor. Bir süre sonra aynı teorilere, aynı dedikodulara inanmaya başlıyorlar. Ve aynı haberleri yazmaya başlıyorlar.’’ İşte bu nedenle de, ‘’sorduğunuz sorulara bağımsız cevap verme şansları, ilkokul çocuklarının çarpım tablosundan sorduğunuz sorulara bağımsız cevap verme şansları kadardır’’ diye yazıyor Crouse.
Nixon’un rakibi Demokrat aday George McGovern’in otobüsü hala geleneksel gazetecilerle doluydu. New England ve entelektüellikle ilgili herşeyi biliyorlardı ama, ABD’nin çoğunluğunu oluşturan Amerikan seçmeni ve onun içgüdüleri, refleksleri hakkında en ufak bir bilgiye sahip değillerdi. Crouse, kazanacak adayın ‘otobüs’üne binmenin, hırslı gazetecilerin kariyerleri ve kişisel refahları için önemine dikkatimizi çekiyor. Gazetecilerin, kendilerini tanımlarken, kimliklerini, çalıştıkları gazetelerinden çok, sözde haberini yaptıkları politikacıyla özdeşleştirmesinin tuhaflığına dikkatimizi çekiyor. Beyaz Saray basın odasında gazetecilerin başkanla beraber çekilmiş eski bir fotoğrafını analiz ediyor:
‘’Bu fotoğraftaki adamların yüzünde tuhaf bir ifade var. Hastalıklı bir gurur edası. Tarihin müthiş bir anının parçası olduklarını düşünüyorlar. Bu an ve bunun gibi bütün anlar şimdi unutulmuş durumda. Ve kimse bu adamların o anlara ilişkin yazdığı hiçbir şeyi hatırlamıyor.’’
Ve Crouse, şu çok çarpıcı gerçeğe de dikkatimizi çekiyor. 1972 seçim kampanyası boyunca Nixon hakkında en sert yazıları yazanların çoğu, henüz medyada çok az sayıda olan kadın gazetecilerdi. Çünkü, çoğunluğunu erkek gazetecilerin oluşturduğu ‘otobüs’lerde yerleri yoktu. Paket atmosferinden bağımsız olmak, bu kadın gazetecilerin çoğu erkek gazeteciyi utandıracak derecede özgürce yazmalarına zemin hazırlıyordu.
‘Paket’ de, otobüs/uçak da ve onlara binmeye çok hevesli ‘gazeteciler’ de gazeteciliğin acı bir gerçeği olarak var olmaya devam ediyor. Hayatın başka alanlarında tersi olabilir ama gazetecilikte sürüden ayrılan kurdu yakalar, sürüye katılan kurda yem olur.
@CemalTdemir